Mutlu Hesapçı
“Ben bir şeylerin ters gittiğine emin gibiyim”
Fotoğrafları koklayacağımız bir zamana geldi ... Sonra anılarında dolaşma isteğiyle kendini savrulurken bulacağı bir hikâyenin içinde olacak. ‘Noksan’ kaldığı hayatta bir anlam arayışında olacak, tamamlanmak isteyecek ama hep noksan kalacak. “Zaman alışmayı öğretiyor ama unutmayı asla” dediği bir cümlenin içinde hayat akıp gidecek, kötü şeyler olacak gibi hissetme baş gösterecek ve belki de nasıl bu durumla baş edeceğini bilemeyecek. Bu noktada sığındığı lunapark eşliğinde çocukluğu ve anneannesinin evinde onun dizinin dibi olacak ama büyümeye de devam edecek. ‘Noksan’ filmi bana bu duyguları düşündürdü.
Cem Demirer'in, 77'nci Cannes Film Festivali'nin seçkisinde yer alan, Türkiye adına festivalde yarışan tek filmi olan ‘Noksan’ Cannes’dan ödülle döndü. Festivalin 'Semain de la Critique' bölümünde yarışan Noksan filmi, Canal+ Ödülü'nün sahibi oldu. Kadıköy Sineması’nda filmin Türkiye’deki ilk gösterimine katıldım. Filmin festival yolculuğu devam edecek. Filmin yaratıcısı Cem Demirer, yapımcısı Berfin Demirat ve oyuncusu Haydar Şahin ile Cannes’da yaşadıklarını, başarısını, filmlerini ve daha fazlasını konuştum.
“BU SENARYODAN İLGİNÇ BİR ŞEY ÇIKACAK”
Berfin, Cem ile nasıl bir araya geldiniz?
Berfin Demirat; Cem kendine bir yapımcı arıyormuş o esnada ikimizin ortak arkadaşları bizi tanıştırdı. Senaryoyu okudum, üstüne sohbet ettik ve onun üzerine hadi başlayalım olduk.
Senaryoyu ilk okuduğunda neler hissettin, sende bıraktığı duygu ne oldu?
Berfin Demirat; Bende bıraktığı etki, değişik bir şeydi. Garip bir hissiyat yarattı, ‘Ben ne okuyorum şu an çok acayip bir şey bu’ dedim. Bu, senaryodan ilginç bir şey çıkacak hissiyatıydı. Bu film böyle biraz deneysel, biraz dram karışımı ve hibrit bir yapısı olduğu için festivallere gideriz diye düşündüm.
Cannes Film Festivali’ne seçilme süreci nasıl oldu?
Berfin Demirat; Cem kurguyu da kendisi yaptığı için filmi erken bitirdi. Cannes’ın başvurularının olduğu döneme yetişti. Cem kendisi başvurdu, bize de bu durumu çok geç söyledi.
“Kabul edilmezsek diye son ana kadar kimseye söylemedim”
Filminizin Cannes Film Festivali Short Film bölümüne seçildiğini öğrendiğinizde neler hissettiniz?
Berfin Demirat; Cem söylediğinde titriyordum ve sevinçten ne yapacağımı bilemedim. Cem’e ‘Gerçekten ağlarım doğru mu?’ dediğimi hatırlıyorum. Sonrasında evde zıplayarak çığlık atmaya başladım. Gülüyorum, ağlıyorum... Duygudan duyguya geçtim. Seçildiğimiz bölüm benim Cannes’da en sevdiğim bölümdü ayrıca ve çok mutlu oldum.
Cem Demirer; Benim hayatım ‘Thank you’ diye başlayan e-maillerle geçti, bu ‘Olmadı’ demek ve mailler öyle başlar. İlk mail geldiğinde bakamadım, sonra baktım başında ‘Thank you’ yok... ‘Tamam oldu galiba bu sefer’ dedim. Okuduğumda Short List’e seçildiğimizi gördüm ve çok sevindim tabii. Kabul edilmezsek diye son ana kadar da kimseye söylemedim.
Haydar Şahin; Ben seçildiğimizi öğrendiğimiz zaman Lizbon’da bir workshop’taydım. Telefona çok baktığım bir zaman değildi, Cem’in mesajını beş saat sonra gördüm. Sonra bana kabul edildiğimizin mailini iletmiş. Okudukça mailin sonlarında ‘Ne diyor burada Cannes’a seçilmişiz’ oldum ve hemen Cem’i aradım. Hiç beklemiyordum ve çok mutlu oldum.
“2.500 film arasından seçildik”
Kaç film arasından seçildiniz?
2.500 film arasından 10 kısa film ve 3 tane de orta metraj film arasına kaldık.
Ödül beklentisi oluyor mu?
Cem Demirer: Son anda ödül açıklama anı oluyor ya orada oluyor, o ana kadar kendimi durduruyorum açıkçası.
Sizin yarıştığınız bölümün kategorisinde ödüllendirme nasıl oluyor?
Cem Demirer: İki tane ödül var; Bir tanesi Cannes'ın jürisinin verdiği ödül, diğeri de Canal+ Plus festivalin sponsoru ayrı bir jürisi olan, o da ayrı bir ödül. Bizimki Canal+ Plus'ın jürisinin seçtiği bir ödül, o ödülü kazandık.
Haydar Şahin: Cem kazandığımız bu ödülü daha çok istiyordu. Ama ben ‘Canal+ Plus bizi ödüllendirmez diğer ödül gelir’ diye bekliyordum.
Ödül açıklandığı anda neler hissettiniz?
Berfin Demirat: O an çok komikti. Haydar Fransızca biliyor, biz bilmiyoruz. Ödülü Fransızca cümleler kurarak açıklıyorlar ve filme dair duygularını paylaşıyorlar. Dolayısıyla son ana kadar biz anlamıyoruz. Haydar Fransızca anladığı için o anda ‘Ödül bizde’ dedi. İngilizce duyana kadar inanamıyorsun. Çok güzel bir hissiyattı tabii ki sevinçten ağladım. İlk kez yapımcılık yaptığım filmin ödül alması ilk kurşunun isabet etmesi gibi bir şeydi. Ayrıca en çok duygulandığım nokta büyük bir salonda insanların bizim filmimizi izleyecek olmaları ve sahnede onlarla bu duyguları paylaşmaktı.
“Aldık, aldık diye bağırdığımı hatırlıyorum”
Haydar Şahin: ‘Sinemanın bütün olanaklarını kullandığı, atmosferi bu kadar iyi yarattığı için...’ diye başladığı anda ‘Bizim filme benziyor bu tanımlamalar’ derken ‘Türk kısa filmi’ dediler ama ekip hâlâ şüphe duyup inanmadı. ‘Aldık, aldık’ diye bağırdığımı hatırlıyorum. Sonra çevirmen İngilizceye çevirmeye başlayınca bizim ekip artık ödüle inandı.
Cem Demirer: Filmi yazdığımda çok emin değildim, bu film tutmaya da bilir. Klasik bir anlatımı yok bu anlamda film ayakları yere basmıyor, havada kalıyor denilebilir. Bunu kötü anlamda söylemiyorum tarzı farklıydı filmin. Hakikaten çekmeden anlayabileceğim bir şey değildi. Senaryoyu okuyunca hiçbir şey anlaşılmıyordu hatta senaryo anlaşılsın diye filme koymayacağım birkaç somut örnekler koydum ki anlaşılsın. O yüzden böyle bir filmle Cannes’a girmek beni çok mutlu etti. Deneyip de anlattığın duygunun çalıştığını görmek, bunun Cannes’da kabul edilmesi, ödül verilmesi beni inanılmaz motive etti. Gerçek anlamda kendimi denediğim ilk film oldu, sinema açısından umut verdi.
“Kısa film olduğu için ne yazık ki çok da ciddiye almıyorlar”
Bu yıl Cannes Film Festivali'ne katılan ve ödül alan tek Türk yapımı oldunuz. Burada kırmızı halıda boy gösteren oyuncularımız çok konuşuldu da aynı ilgi ve tebrik size de geldi mi?
Berfin Demirat: Çevremizden çok tebrik geldi, telefonlarımız susmadı. Ödülden sonra senin sorduğun anlamda popüler isimlerden tebrikler, telefonlar geldi diyemem. Kısa film olduğu için ne yazık ki çok da ciddiye almıyorlar, en azından Türkiye’de durum bu. Uzun metrajla kıyasladığın zaman çok da karşılığı olmadığı için o yüzden de bu tarz dönüşleri de çok fazla olmuyor.
Peki, sizler oraya nasıl gittiniz vize, yol, konaklamayı nasıl karşıladınız?
Berfin Demirat: Her şeyi kendi cebimizden ödedik ve kendi olanaklarımızla gittik. Çok şükür ki vize sorunumuz yoktu, benim vizem yoktu şansıma vize almayı başardım bu anlamda Fransız Konsolosluğu’na teşekkür ediyorum.
Cem filmin finansmanını nasıl planladın?
Cem Demirer: 8 yıl Londra’da yaşadım ve orada çalıştım. Birikmiş bir param vardı, hepsini bu filme yatırdım. Ekipmanların çoğu da benimdi dolayısıyla bu durum işimizi kolaylaştırdı, onlarla çektik. Ekibin tamamı neredeyse gönüllü çalıştı. Filmin montajını da zaten ben yaptım.
Bayağı alın teriyle çıkan bir iş olmuş.
Cem Demirer: Gerçekten öyle oldu. Aslında bence ortak paylaştığımız bir proje bu, neredeyse kimsenin hiç para almadığı, sadece inandığı ya da kendinden bir şey bulduğu yerden katılmaya karar verdiği bir film.
CEM DEMİRER
“DAHA ÖZGÜR OLACAĞIM BİR FİLM YAPMAK İSTİYORDUM”
Filmin fikri nasıl ortaya çıktı, çıkış noktan ne oldu ve kısa metraj film olarak çekmeye karar verdin?
Ben bir form denemek istiyordum. Sinemanın bir formunu deneyeyim öyle bir şey yazayım ki bu formu deneyecek bana alan sağlasın. Yazacağım şeyin içinde bir storyline olmasın, sahne sahne çekeyim ve her sahne kendi içinde dolu olsun. Ve onu istediğim gibi masada bulayım, o hissiyatı yaratayım. Bunu yapmanın da en iyi yolu herhalde bir karakter filmi çekmek diye düşündüm. Bir hikâye değil de bir his, bir karakter, bir şey ve onun başından geçenler. Böyle düşüncelerle yazmaya başladım. Yazarken zaten hep aklımda olan şeyler; kontrol kaybı, anılara bağlandığı bir yer, içimizde bizi yaratan şeyler, ne okuduğun, ne izlediğin, ne tecrübe ettiğin durumlardı. Herkes hayata boş bir sayfada başlıyor. Herkes belki bir mizaçla doğuyor ama yine de herkes o yaşadığı doğrultuda bir karaktere dönüşüyor. Ve kendi içine dönüşüyorsun. Bu dönüşlerde bazen anılarda hatırlamak istediğimiz şeyler, hatırlamadığımız şeyler oluyor. İşte tüm bunlar karakterde bir açıklık yaratır ve o karakter açıklığında da kendine yabancılaşma halleri gibi kafamda şeyler vardı.
Peki, bu fikir yani bu şekillenme ne zaman aklına geldi?
2019'da uzun metraj filmim ‘Mendirek’i çekmiştim orada çok içime sinmeyen şeyler vardı. Mendirek’te ‘Keşke şunu şöyle yapmasaydım’ diyerek kendimi zincirlemiştim konuya. ‘Ben bunları yapmayacağım bir şey denemek istiyorum’ dedim. Senaryolar örümcek ağı gibi birbirine bağlayınca güzel senaryo oluyor diye düşünülüyor, tabii ki olan şeyler de var. Ama bu insanı çok bağlıyor, özgürleştirmiyor. Ben bunu yapmayacağım ve daha özgür olacağım bir film yapmak istiyordum, bu da uzun metraj olmazdı zaten çok pahalı bir iş bu. ‘Bakayım oluyor mu?’ diye kısa bir şey çekmek istedim. Bir storyline, olay örgüsü olmadan bunu tutmak, muhafaza etmek istedim. Ben bu filmi yazana kadar 7-8 tane ayrı senaryo yazdım. Sonra bir anda bu senaryoyu 5 günde yazdım. Ama hepsinden de bir sahne var bu senaryoda.
“İzleyince bu filmi niye sevdiniz?”
Senin bu filmdeki temel meselen, derdin ve anlatmak istediğin ne?
Benim aslında yapmak istediğim sadece izlediğinde anlam kalan bir şey olmasaydı. O yüzden hani ne anlattığını benim de anlatmam zor biraz, senaryodan da anlaşılmıyor. İzleyince siz bu filmi niye sevdiniz? Sevdik dediniz. Çünkü bir anlamı var her şeyin. Kuşun, uzaylı gibi görünen o gölgenin de sonra bir anda anneannenin nostaljisine doğru yolculuk yapan karakterimin de ilerleyen ve beyninde dönen bir hikâyesi var. Hani bunları nasıl anlatsam bilemiyorum! Filmin bence güzel tarafı şu; herkes kendinden, kendi içindekini yansıtıyor filme.
HAYDAR ŞAHİN
“OYUNCULUĞU YAPMA SEBEBİM İÇİNDEN BAŞKA SENLER ÇIKARTMA HALİ”
Senaryo nasıl geldi, seni nasıl buldular ve okuduğunda ne hissettin?
Berfin ile Instagram'dan takipleşiyorduk, filmcilerin birbirini takip etmesi gibi bir durumdu. Bana oradan yazdı, ‘Bir film var, oynar mısın?’ dedi. Ben de tabii ki ‘Senaryoyu görmek isterim’ dedim. Senaryoyu okudum aslında hepimizin hissettiği, çeken bir şey var. Meselesi anlatmaktan çok hissettirmek olan bir dünya var. Ve oyuncu olarak içinde yer almanın çok iyi hissettireceği sezgisindeydim, karakteri de anlıyor gibiydim. Aslında tek motivasyonum şuydu; ben bir daha oyunculuk serüvenimde, Mert isminde, hayatı, gerçekliği sorgulayan, git gel yaşayan bir lunapark çalışanını nerede oynayacağım? Zaten oyunculuğa başlama duygum da bu: Farklı dünyaların içine kendini atmak ve orada yaşayıp yaşatmak. Senaryodan da anlaşıldığı kadarıyla bu bir daha denk gelmesi çok zor bir senaryoydu. Zor bir zihinden çıkmış bir senaryoydu. Ne olacağını çok merak ettiğim ve sonu da işte Cannes’a çıkan bir yol oldu.
Karakter nasıl bir karakter, sendeki karşılığı ne oldu?
Mert gelgitleri, gerçeklik kayıpları ve bence cümlesi ‘Bir şeylerin ters gittiğine emin gibiyim’ olan biri. Kontrolün kendinde olduğu, sorumlusu olduğu bir lunaparkta çalışıyor. Bir hayatı var, bir kuşu ve kız arkadaşı var. Aklıyla sıkıntılar yaşayıp bunu hayatında çözmeye çalışan, onunla ilgilenen, uğraşan birisi Mert. Yönetmenin kurduğu dünyaya hizmet eden bir parça aslında, çok kendi içinde bir ilerlemesi, işte inişi çıkışı, geri dönüşü olan bir karakter değil.
‘Bir şeylerin ters gittiğine emin gibiyim’
Mert'i oynaması nasıldı?
Senaryoyu okuduğumdan beri Mert'i tanıdığımı düşündüm ben. Mesela o cümle biraz bende de olan bir cümleydi, hayatımın o döneminde galiba; “Bir şeylerin ters gittiğine emin gibiyim.” Bence bir buluşma da yaşandı. Oynadığım roller biraz öyle de oldu genel yani oynadığım kişiler biraz hayatımın o süreçlerinde ihtiyaç duyduğum duyguları yaşayan karakterler. Ben onları canlandırdıkça, onları zihnime, bedenime aldıkça ve onlar gittikten sonra bana kalan öğrenmişlikler oldular. Bu yüzden kendimi şanslı hissediyorum. Mert'ten bana bir şey kaldı. ‘Ben onu anladım bir yerde, yaşayıp yaşattım film sürecinde ve bana da aldığım şeyle yoluma devam ettim’ falan gibi.
Oynaması zor bir karakter tek mimik ve büyük hareketler inandırıcılığını bozabilirdi. Çok iyi oynamışsın. Oynaması zor muydu?
Orada Cem'in parmağı, bakış açısı var. Çünkü Mert'i konuştuk, hazırlandık, öncesinde çok çalıştık. Dipçik ile -Dipçik filmdeki kuşun adı- tanışmaya kadar Cem’in de beni Mert’e hazırladığı bir süreç oldu aslında. Ve kimi yerlerde, aslında bazı sahnelerde daha da barizleştirmek istediğim anları vardı Mert'in işte o sıyırmışlığını, deliliğini belki kabaca tabir etmek gerekirse ama tabii deliyi oynamak değil bu. Oyunculuğu kendime göre doğru algıladığım o hayat gerçekliğinde olan yerden ele alıp karakteri yorumladım diyebilirim. Ama Cem'in de orada kendi kafasındaki Mert'i daha da yalınlaştırdığı anlarla karakter ortaya çıktı.
“Çok farklı partnerlerle oyunculuk yapma şansı buldum”
Kuş dedin de kuşun ağzının içine olduğu sahnede ben ürperdim ne oluyor ve gerçek mi dedim. Gerçekti değil mi kuş?
Cem Demirer; Tabii ki gerçekti zaten çekim öncesi hazırlıklarda Haydar ile kuşa gittik ki birbirlerine alışsınlar. ;)))
Haydar Şahin; Kuş evet benim oyuncu partnerim, rol arkadaşımdı. Bu filmin benim için şöyle de güzel bir yanı var; çok farklı partnerlerle oyunculuk yapma şansı buldum. Bir kuş, yaşlı bir teyze, bir uzaylı ve diğer rol arkadaşlarım. Dipçik yapması gereken mizanseni bir şekilde üçüncü take’te yapabilip sette kendini alkışlattı, çok iyi oynadı. Sonra maalesef kuşun vefat ettiğini öğrendik, çok üzüldük.
“Bir işe yaramış hissiyatını perçinleyen bir filmdi”
Peki, izlediğinde kendini nasıl buldun? Geçen duygu neydi sana filmden?
Kendimi bu dünyada görmek şanslı ve mutlu hissettiren bir duygu. Bu filmle konuşuyor olmak, bu filmle insanlarla buluşuyor olmak. Evet, izlediğimde de bir işe yaramış hissiyatını perçinleyen bir filmdi. Buna çok alanı da vardı. Mert kuyuları olan bir karakterdi. Oynamasının zorluğundan kendini izlemesine kadar evet bir şeyleri doğru yapmışım gibi hissettim. Kıymetli bir serüvendi benim için.
Filmde geçen “İçinde başka bir sen var mı?” hikâyesine sen ne dersin?
Oyunculuk böyle bir şey. Oyunculuğu yapma sebebim biraz böyle bir şey içinden başka senler çıkartma hali. Durup dururken herhangi bir yerde gidip Mert'in yaptığı hareketleri yapamazsın. Bunu yapma alanı bulduğun için oyunculuk keyifli ve ihtiyaç duyduğum bir şey o yüzden evet.
Oynadığın diğer projeler neler, seni nerelerde izleyeceğiz?
Pera Palas'ın ikinci sezonunda varım. Doğuş Algün’ün çektiği ‘Ölü Mevsim’ sinema filminde oynadım, filmin festival yolculuğu olacak. Seren Yüce’nin Netflix’e çektiği ‘Kasaba’ dizisinde rol aldım.
Farklı ve alternatif projelerde izliyoruz seni.
Kendini biraz daha doğru olduğun gibi ifade ettiğinde ya da o şekilde sunduğunda, nerede sunuyorsan, yolların doğru insanlarla kesişiyor gibi geliyor bana. Yani kesişmesi gereken insanlarla kesişiyor gibi. Ve aslında böyle ilerleyen bir serüvenim var şimdilik. Biraz hakikaten neye ihtiyacım varsa hayatta, öyle roller geliyor. Mesela Kasaba’daki İsa, yeni atanmış Edirne'ye, idealist bir polis. Komiser. İsa'daki o şey, oturuş, yeni yetme ama polis, tabancası var böyle geziyor herif. Ona ihtiyacım vardı o dönem, İsa onu verdi bana.
Ya da başka bir zaman başka bir şey oldu bana.
Ölü Mevsim’de oynadığın karakter nasıl?
Ali benim oynadığım ilk karakterdi. Yani bir geçmişi, şimdisi ve gelecekten beklentisi olan ilk insandı. Bu yüzden zaten onu oynamak bir mihenk taşı olarak duruyor sürecimde. Ali bir Afgan mülteci, bir marangozhanede yatıp kalkıyor ve marangozluk öğreniyor. Bir taraftan Fransa'ya gitmek istiyor, Fransızca öğreniyor. Bottan haber bekliyor, ‘Kaçak bot gelecek ve gideceğim’ diye beklediği bir süreç var. Bir taraftan ustasının baldızıyla bir ilişki içinde, kendi dertleri var. Ali'yi oynadığım süreçte ise şöyle farklılıklar yaşadım çünkü ilk defa oyuncu olarak böyle bir şey denememiştim; Sabah Ali'sin, ne yaptığın belli. Akşam evime geliyorum ve işte bir arkadaşın ‘Dışarı çıkalım, bir şey yapalım’ diyor. O zaman çok doğru gelmiyordu bana çünkü Ali'nin gerçekliği yazıhaneden dışarı adım atamamakken, en fazla bir üst sokağa gidip gelmekken, dünyası o kadarken; kendi dünyama dönüp hiç alakası olmayan bir şeyler yapmakla barışamadım. Yapmadım da zaten. Hatta kendimle alay da ettim ‘Rolden çıkamıyorsun karakterden’ falan dedim, karakterin çok içine girdim.
Pera Palas'ta kimsin?
Gerçek hayatta da yaşamış, tarihte yeri olan bir fotoğrafçı. Cumhuriyet döneminde hikâyede fotoğraflarıyla etkili olan birisi aslında. Emre Şahin ve Nisan Dağ ile çalışmak çok keyifliydi. Oyuncusuna bu kadar değer veren çok az set görmüşümdür.
“İngilizce, Fransızca biliyorum biraz Almanca ve Kürtçe de var”
İngilizce ve Fransızca biliyorsun, nasıl öğrendin?
Dil bende bir şekilde kolay çözülen bir şey olageldi. Çocuklukta CNBC-E izlerdim hep, bir gün izlerken 14 yaşında falan bir baktım anlıyorum. Sonra konuşmayı denedim kelime öğrendim falan çözüldü. Fransızcayı da Erasmus’a gittiğimde öğrendim üçüncü sınıfta. Biraz Almanca ve Kürtçe de var. Şimdi Portekizce öğreniyorum.