Ayşe Naz Hazal Sezen
Sevgisizsiniz
Modern yaşamın sunduğu yüzeysel parıltının altında derin yaralar barındıran bir kriz döneminden geçiyoruz. Kadın, çocuk ve hayvan cinayetlerindeki yükseliş, denetim mekanizmalarına kaybolan güven, gıda skandallarındaki artış ilk bakışta görünmeyen bu yaraların ne kadar derin olduğunu ortaya koyuyor.
Uzun zamandır gözümüzün önünde olup da fark etmediğimiz -belki de fark etmek istemediğimiz- bir çürümeyi izliyoruz: sevgisizliğin normalleştiği, empatinin yerini çıkarcılığın aldığı ve özgürlüğün sadece bir sözden ibaret kaldığı, özünde şiddeti barındıran yeni bir düzen.
EROS VE THANATOS
Sigmund Freud, şiddeti insan doğasındaki ölüm dürtüsü (Thanatos) ile açıklar. Freud'a göre, insan doğasında iki temel dürtü vardır: yaşam dürtüsü (Eros) ve ölüm dürtüsü (Thanatos). Eros, yaşamı koruma, sevgi ve yaratıcı eylemleri desteklerken, Thanatos ise yıkımı, ölüme ve kaosa yönelme eğilimini temsil eder. Freud, bu iki dürtünün sürekli olarak bir denge içinde olduğunu savunur ve toplumsal düzenin sağlanıp, şiddetin kontrol altında tutulmasında medeniyetin rolüne vurgu yapar.
Medeniyet, bireylerin yıkıcı dürtülerini sınırlandırmaya ve sosyal normlarla bu dürtüleri denetim altına almaya çalışır. Ancak modern toplumda bireylerin maruz kaldığı stres, baskı ve yabancılaşma gibi unsurlar, bu denetimin zayıflamasına neden olabilir. Toplumdaki ekonomik belirsizliklerin, sosyal adaletsizliklerin ve duygusal tatminsizliklerin, empatinin azaldığı ve bireylerin sadece kendi içsel dünyalarıyla baş başa kaldığı bir ortamla birleşmesi, bireylerde bastırılmış olan ölüm dürtüsünün (Thanatos) kontrolsüzce açığa çıkmasına yol açabilir.
Modern toplumun bireyi yalnızlaştıran ve duygusal olarak tükenmişliğe sürükleyen yapısı, bu tür dürtülerin daha da güçlenmesine zemin hazırlar. Bilhassa, bireyin kendini değersiz hissetmesi, toplumsal bağların kopması ve dayanışmanın zayıflaması gibi etkenler şiddetin normalleşmesine ve toplumsal bir salgın haline gelmesine yol açabilir. Her gün artan şiddet haberlerinde görebileceğimiz üzere, şiddet sadece bireysel bir sorun değil, aynı zamanda toplumsal yapıların bireyler üzerindeki etkisinin de bir sonucudur.
YİTİRİLEN SEVGİ
Artan şiddet haberlerini kınamak için kullanılan “sevgisizsiniz” sloganı yabancılaşmanın arttığı ve birlik yerine bir’liğin hakim olmaya başladığı dünyaya karşı hikmetli bir söylemdir. Zira Erich Fromm, sevginin, insanın kendine ve başkalarına yönelik temel bir ihtiyaç ve bireyin varoluşunu anlamlı kılmak için vazgeçilmez bir güç olduğunu söyler. Ona göre sevgi, sadece romantik bir duygu değil, insanın varoluşuna anlam katan, toplumsal dayanışmayı ve bireysel özgürlüğü besleyen bir kaynak; modern toplumun temel sorunlarından olan insanın yabancılaşmasına, yalnızlaşmasına ve hissettiği çaresizliğe karşı çıkabilecek panzehirdir. Ancak bu sevgi, özveri ve karşılıklı anlayış üzerine kurulu olduğunda güç sağlar; yalnızca yüzeysel ve bireysel tatminler veya çıkar ilişkileri bu bağı güçlendiremez aksine zayıflatır.
Fromm, sevgiyi insanın içsel potansiyellerini gerçekleştirmesinin bir yolu olarak da görür. Fakat bu potansiyel, sürat çağının performans ve başarı odaklı yapısıyla çatışır. Modern toplumda bireyler, sürekli olarak daha fazla başarmaya, daha üretken olmaya, daha rekabetçi olmaya; kısaca hiper-performans göstermeye örtük (!) biçimde zorlanır. Bu performans zorlantısı, bireyin kendi içsel dünyasını ve başkalarıyla anlamlı bağlarını ihmal etmesine yol açar. Sevgi, bireyler için bir sığınak veya hayatı anlamlı ve otantik kılan bir unsur olmaktan çıkar, daha çok tüketim kültürü içinde bir tatmin aracına dönüşür. Artan sevgisizlik, insanların birbirine karşı empati kurmasını zorlaştırır, duygusal tatmini azaltır ve şiddeti körükleyen en büyük unsurlardan biri haline gelir.
ŞİDDETİN SIRADANLAŞMASI
Sıklıkla karşımıza çıkmaya başlayan şiddet haberlerindeki artışı kanıksayan tutumumuz, şiddetin sıradanlaştığına işaret ediyor. Şiddetin sıradanlaşması ise sadece fiziksel bir yıkımın göstergesi değil, ruhsal bir yıkımın da belirtecidir. Artan şiddet, hem zihinsel hem duygusal tükenmişlik yaratarak yorgunluğa; yorgunluk hissindeki yükselişse, empatinin kaybına ve toplumsal bağların zayıflamasına sebebiyet veriyor. Toplumsal bağlar zayıfladığındaysa şiddetin normalleşmesine ve toplumsal bir salgın haline gelmesi kolaylaşıyor ve kaşınılmaz olarak şiddet arttıyor. Kendimizi bu fasit dairenin içinde sıkışmış bulmanın çaresizliğini bastırmak ve varlığımızı fiziksel ve zihinsel korumak için toplumsal yaşamdan uzaklaşarak yarattığımız yalnız hayatlarımızsa bizleri daha da çaresiz ve güvensiz hissettiriyor. En sonunda kendimizi bireylerin birbirine duyarsızlaştığı, kimsenin kimseyi gerçekten görmediği "boş bakışlar" kalabalığını içinde buluveriyoruz.
Kadın, çocuk ve hayvan cinayetlerinin artış, modern zamanın içinde çıkmaza girdiğimizin; toplumsal, ekonomomik, psikososyal açılardan temelimizin sarsıldığımızın; ötekine ve kendimize yabancılaşmak bir yana empatiden yoksunlaştığımızın; kendi tüketim dünyamızda sevgisiz kaldığımızın göstergesi. Ancak sevginin bir devrimle yeniden başa geçmesi, toplumsal dayanışmanın ve empatinin yeniden sistemin yürütücüleri olması şiddetle mücadele kritik adım olabilir.