Mutlu Hesapçı
"İyi ki bu filmi izlemişim” diyeceğiniz bir eser ‘Mukadderat’
******************************
61. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Ulusal Yarışma seçkisinde yarışan ‘Mukadderat’ filmini çok sevdim. Sıcacık bir hikâyenin içinde buldum kendimi ve ailemden birileri gibi gördüm oyuncuların her birini.
Ruhu yaşlanmayan ve kendi hayatına sahip çıkan, yaşamak isteyen kadınların filmi ‘Mukadderat’ ama aynı zamanda aile olabilmeyi ve kalabilmeyi anlatan yanıyla da çok özel bir hikâye. Elalem ne diyecek diye düşünmekten yaşamı kaçıranlardansanız ve yaşamasını bilmeyen insanlarla mücadele etmek istiyorsanız bu filmi mutlaka izlemelisiniz. ‘Mukadderat’ erkeklerin eşlik ettiği gerçek bir kadın filmi.
Siz bu röportajı okurken Altın Portakal sahiplerini bulmuş olacak. Ama benim ödülüm şimdiden En İyi Kadın Oyuncu olarak çok sevdiğim Nur Sürer ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu olarak da oyunculuğuyla her projesinde beni şaşırtan Osman Sonant’a. Mukadderat filmini yönetmeni Nadim Güç, oyuncusu Osman Sonant ve senaristi Erdi Işık ile konuştum.
KADIN HİKÂYELERİNİN BAŞARILI ERKEK YÖNETMENİ; NADİM GÜÇ
Filminizin gösterimi çok güzel geçti, uzun alkışlar aldınız. Filmin yönetmeni olarak duygularınız nedir?
Seyirciyle ilk defa uçtu film. Biz tabii ki bir şeyi yaptığımızı hissettik ama seyirciyle birleştiği andaki enerjiyi hiç tahmin etmedim. Evet, beğenilecek, evet gelecekler, tebrik edecekler bizi diye düşünüyorduk ama o dakikalarca alkış benim ve ekibimin hiç beklemediği bir şeydi. Büyük ihtimalle bu kısacık hayatımda çok az rastlayacağım bir andı. O yüzden sabaha kadar uyku uyumadım diyebilirim.
“İçinde kadının olduğu hikâyeler çekmek istiyorum”
Senaryoyu ilk okuduğunuzda bu dünyayı ben yaratmalıyım duygusu nasıl oldu, o ilk enerjinizi merak ediyorum çünkü sizin ilk uzun metraj filminiz ‘Mukadderat’.
Ben filmimizin senaristi Erdi Işık ile Fox'tayken tanışmıştım, ‘Kadın’ dizisini çekiyordum. Erdi bir gün bana; Nur ablayı, Nur Sürer’i düşünerek yazdığı projeden bahsetti. Çok kısa bir şeydi, daha senaryosu yoktu, hikâye halindeydi. Ben çok heyecanlandım çünkü televizyonda uzun yıllardır kadınların ana karakter olduğu işler çekiyorum. Ve aradığım, baktığım hikâyelerde buna dikkat de ediyorum. İçinde kadının olduğu hikâyeler çekmek istiyorum ve Erdi de bunun farkındaydı. Nur Sürer deyince, hikâyeyi anlatınca çok etkilendim çünkü böyle işler, hikâyeler bulmak çok zor. Üstelik Erdi’nin kendi hayatındaki insanları yazma hissiyatı beni çok mutlu etti ve heyecanlandırdı.
Böyle işler, hikâyeler derken, ne etkiledi sizi?
Erdi kendi hikâyesini anlatıyordu, dedi ki; annem, eniştem, dayım, babam bütün ailem var. ‘Bak şu karakteri teyzemden ilham aldım ve onların arasında büyüdüm’ deyince çok içeriden bir hikâye olduğunu fark ettim. Benim için de, içimde bir mücadele gibi hissettim. Bir senarist kendi hayatıyla ilgili bir şey anlatıyor ve bir yönetmene geliyor diyor ki; sen bunu gerçekleştir, dünyasını kur. Erdi izledikten sonra ne düşünecek çok meraklanıyordum ama izlediği anda şunu söyledi; ‘Ben bu insanların Cide’de (Kastamonu’nun ilçesi) yaşadığına yemin edebilirim.’ Bu cümlesi beni çok mutlu etti, onun hissettiği şeyi ben de aynı anda hissettim ve çok güzel bir uyum bu.
“Bu kadar şeyin içinde bir kadını anlatmak daha incelikli geliyor”
Erkek bir yönetmen olarak, dediğiniz gibi kadın işlerinde, kadının güçlü olduğu dizilerde sizin adınızı ben de fark etmiştim. Bu anlamda neler söylersiniz?
Ben zaten hep anneci bir adamım. Ve hep o taraflardan yürüdüm. Zaten bu ülkede kadınlarla ilgili derdi bakıp da görmemek mümkün değil. Her şey çok erkek. Anlatılan, yazılan, çizilen şeyler erkek. Şirketler erkek. Bütün sektörümüz erkek. Bu beni biraz rahatsız ediyor. Hala çok erkek var. Bu kadar şeyin içinde bir kadını anlatmak daha incelikli geliyor bana. Çünkü kadının ruhunu, onun içinde ne hissettiğini bilmek daha doğrusu bilmeyi tahmin etmek… Kendim için söylüyorum; O da benim için, kendi içimde bir yarış gibi oluyor. Gerçekten söylediğiniz gibi ben bir şekilde kadın hikâyeleri anlatmaya başladım. Kadınları iyi anlayan yönetmen şeklinde bir şeye evriliyor ki bu güzel bir şey herhalde. Bu arada tabii ki kadınla ilgili şöyle bir şey de var; Kadın işi çekiyoruz, kadın yönetmenle çekelim gibi bir durum da var. Benim sevdiğim ve takip ettiğim Zeynep Günay Tan var bu ülkede gerçekten kadın hikâyeleri anlatıp, mükemmel işler çıkaran biri. Genel olarak hikâyelerin buralara doğru yoğunlaşmasını talep ediyorum. Bizim ülkemizde anneler, kadınlar çok değerli. Onu biz çocukluğumuzdan beri hissediyoruz ama bir yerden sonra o bağ kopuyor, o bağın kopmaması gerektiğini düşünüyorum. O roller kalıplaşmış ve o roller yapışıyor herhalde ve kadına karşı bakış açısı bunun üzerinden geliştiriliyor.
“Bu ülkede herkesin yaşayabileceği dertleri anlatmak çok keyifli geldi”
Festivalde yarışan ilk uzun metrajlı filminiz ‘Mukadderat’, sizin için önemi ne?
Evet, benim ilk sinema filmim, ilk uzun metrajım. Kısa film çektiğim zamanlarda da festivallere gittim ama bu başka bir heyecan. Nur Sürer başta olmak üzere bu ekiple olmak çok güzel. Ben televizyonda yıllardır hikâye anlatıyorum, oranın tadı başka ayrıca orayı da ben önemsiyorum. Sinema kısmında en çok mutlu eden şey şu; 90 dakika boyunca hatalarıyla, sevaplarıyla insan izliyoruz. Gerçek, herhangi birinin hikâyesini anlatmak çok özlediğim bir şeydi. Televizyonda mecburen bir kahramanlaştırma, bir büyütme gibi bir durum var maalesef. Bu ülkede herkesin yaşayabileceği dertleri anlatmak çok keyifli geldi bana.
“Bu aslında vizyon filmi demek yanlış, festivale kabul edilmiş, izlenmiş ve beğenilmiş”
Filminiz çok güzeldi, duygusu inanılmaz geçti bana. Filmi çok sevmelerine rağmen bu film festival filmi değildi diyenlere de rastladım. Ben bu ayrımları yapmak istemiyorum ama neden böyle düşünüyorlar?
Bu hep konuşulur zaten yıllardır, biliyorsunuz. Altın Portakal’da geçmişte hayatımızda kült olmuş filmler yarışmış zaten. Ve dünyanın çok az yerinde kaldı bu görüş, bu mesele aslında. Çünkü başka festivallerde de artık bu tarz işler izliyoruz. Sizin bahsettiğiniz şeyi ben şöyle alıyorum; Tabii ki bir film vardır, bir şeyler anlatır ve hani depresiftir evet yavaştır, evet bir finali yoktur, evet klasik anlatı değildir. Tamam, hepsine varım ama bir şey hissettirir sana, o filmlere de varım. Ama yaşamayan insanların olduğu işleri ben de izlemek istemiyorum artık. Benim kendi hayatımdaki beğenilerim de böyle. Ben gerçekten empati kurmak istiyorum ve karakterle özdeşleşmek istiyorum. Benim için vizyon filmi şu, bunu zaten yapımcılar da kabullenir; derler ki bunu biz sinemaya sokacağız ve onlar da zaten filmi festivale göndermez. Ben bu filmi çekmişim, festivale göndermişim -kendim için söylemiyorum- ama bu aslında vizyon filmi demek yanlış, festivale kabul edilmiş, izlenmiş ve beğenilmiş. Nur Hanım da bunu kabul edip de festivale gidecek bir film olarak oynamış. Bütün bileşenler zaten ortada, bu tartışma niye? Tabii ki yola çıkarken Erdi bana festival filmi deyince biraz korktum ve o da acaba ne yapacağım diye merak etti. Sultan’ı alıp böyle pencere kenarlarında mı bekleteceğim acaba diye düşündü ama ben ona, benim festival filmi algım başka dedim. Ben bir hikâye anlatacağım sana ama bu hikâyeye senin bu yazdığının üzerinde bir enerji vermek gerekiyor. O enerjiyi verdikten sonra yola çıkacak. Ama o enerji asla ve asla depresif bir yerden ya da kötü bir yerden anlatılmayacak. Çünkü bu iş öyle de anlatılabilirdi, çok da iyi anlatılırdı. İnce bir çizgide durdurduk biz. Çok ortada bir yerdeydi komedinin yolu. Ve çok zordu, evet aslında biz en zor şeyi seçtik. Kategorileştirmedik. Ama dediğiniz gibi bu her türlü başka dilde anlatılabilirdi. Filmin dili çok önemli. Biz bir hikâye anlattık, bunu önce seyirciye anlattık gerçekten. Şunu da yapmadık; Şimdi bir film izleyeceksiniz ve bu ülkedeki bütün kadınlar değişecek, böyle bir kahramanlaştırma ve feminist kokan bir şey yok. Çok dengeli gerçekten, hatta bazı sahneleri çok didaktik olmasına rağmen öyle görünmüyor. Festivallerin değişeceğini, değiştiğini de düşünüyorum.
“Nur Sürer ve Osman Sonant’ın ödül almasını istiyorum”
Ödül beklentisi var mı?
Gerçekten samimi bir yerden söylüyorum; Nur Sürer'e ve Osman Sonant'a verilmediği sürece başka hiçbir şey verilmesin. Ben sadece ikisinin gerçekten ödül almasını istiyorum. Çünkü diğer oyuncuların hepsi ama Nur Abla ve Osman da bir garip durum oluştu, filmin içinde büyüdüler. Onlara bir ödül beklentim var.
OSMAN SONANT : ÖDÜLÜ SEYİRCİ VERDİ, GÖSTERİM SONRASI AĞLADIM
Size bu proje, rol geldiğinde ne düşündünüz ve hissiyatınız ne oldu?
İlk senaryoyu okuduğumda hissettiğim şey arada kalmaydı. O günden beri de bu film için ‘ara akım’ bir film diyorum, çok güzel oturdu bu tanım. Çünkü ana akım değil, tam bir festival filmine dönüşebilir, tam bir gişe filmine de dönüşebilir. Ve bu sadece beş tane oyuncuyu ve yönetmeni değiştirmekle olabilir. Bambaşka bir şey olabilir. Aynı senaryoyla bambaşka şeyler yapılabilir. Bu beni korkuttu. Çünkü bunu yaparken herkesin o fikir bütünlüğünde olması gerekiyor, biri kaçırırsa o başka bir şeye dönecek. Ama öyle bir kadro ki, öyle bir kast yapılmış ki, öyle bir yönetmen var ki, öyle yapımcılar var ki. Yapımcılar, ana akımdan insanlar ama festival filmi yapıyoruz diyorlar. Yani çok karışık gerçekten. Ve ben biraz direndim, emin olamadım. Sonra bir Zoom görüşmesi yaptık. Senaristimiz Erdi, yönetmenimiz Nadim ve ben. Ben o ana kadar Erdi'nin Cideli olduğunu, bu hikâyedeki insanların gerçek hikâyelerden, gerçek karakterlerden çıkma olduğunu bilmiyordum. Bu beni ikna etti ve anlatınca dedim ki; bunu baştan niye anlatmadınız, ilk cümlenin normalde bu olması gerekiyor çünkü havada kalıyor böyle gördüğüm her şey ama altı varmış. Ama yine de korkarak gittim Cide’ye çünkü öyle bir ince çizgide yürüyeceğiz ki biri düşse herkesi düşürecek. Hatta orada da böyle ikinci, üçüncü gün belki beşinci gün tam hatırlamıyorum oyuncular bir restoranda bir şeyler içiyorduk ve aramızda konuşmaya başladık; Ya oluyor mu dedik, yani anlatalım, orada mıyız? Nereye kayıyoruz şu an? Herkes böyle bir tedirgindi. Gittik Nadim'le konuşmaya. Ne yapıyorsun sen? Nasıl bu dünyayı yaratıyorsun? Tamam mı? Sonuçta ben bütün bunların bütününü görebilmeyi istedim. Görebilen insan zaten yönetmen oluyor. Ben oyuncuyum. Ben kendi bölümümden sorumluyum. Partnerlerimi görüyorum ama onun gördüğü şeyi görmüyorum. Korka, korka böyle çektik ama o korku galiba bizi o arada tuttu. Tam hedef ettiğim, hedef koyduğumuz yerde tuttu bizi o korku. O endişe o kaygı ve o korku Antalya’da alkışlara dönüştü. Nasıl hepsini anlatabildik, nasıl anladılar dedim. Anlaşılmayacak bir şeyi anlatmış değiliz ama nasıl anlattığınız çok önemli! Ne tatlı anlatmışız.
“Hüngür hüngür anlattığımız şeye ağlıyorum”
Seyirciyle Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde filminizi ilk kez izlediniz değil mi ve neler hissetiniz?
Hüngür hüngür anlattığımız şeye ağlıyorum, sonra Nur (Sürer) Abla beni çok etkiliyor, oynarken de çok etkiliyor. Onunla oynamak da zor tabii, oynarken bile etkileniyorsun karşısında. Hem hikâyenin duygusu, seyircinin beşinci dakikadan itibaren filmin içinde olması sadece bir beş dakika sürdü. Klasik bir festival filmi başladı sandılar ve çok acayip bir şeyle karşılaştılar. Bir anda bambaşka bir şeye dönüştü. İnsanların filmi tanımlayamaması çok hoşumuza gidiyor.
“Ben hiç yaşamadım öyle bir şey”
Seyirci filminizi anlamış ve kendinden bir hikâye bulmuş görünüyor. Gösterimin ardından süre tutmadım ama sanırım 10 dakika ayakta alkışlandınız.
Ben hiç yaşamadım öyle bir şey. Hani tamam bazı filmlerimiz evet ayakta alkışlandı galalarda falan ama onlar eş dost ve tanıdıklar. Şimdi burada yine sektör var ama halk ayağa kalktı ve alkışladı.
“Erkek evlat olduğu için ailesinde tutulan bir oğul”
Oynadığınız karakter nasıl bir karakter?
Aslında hepimizin hayatında olan, ailemizden biri. Erkek evlat olduğu için ailesinde tutulan bir oğul. Hem o form olarak hem de hiç sorgulamadan işte ne gördüyse erkeğin kendi çıkarına olan bu sistemi korumaya çalışan biri, okuyamadığının da farkında. Okumadığı için ezildiğinin de farkında ama işte o da mecburen hayatta kalmak için köylü kurnazlığı dediğimiz yere tutunmuş. Çünkü o da biliyor ki okuyabilirdi ama okumamak da bir tembellik ve kolayına kaçmış. Bizim ülkemizin de maalesef en belirgin hatalarından biri de bu; kısa yoldan bir yere ulaşmaya çalışmak ve küçük çakallıklarla bir şeyleri elde etmek. Onu çok güzel temsil eden bir karakter.
“Kahvehaneye oturdum ve sadece dinledim. Sonra sokaklarda yürüdüm”
Karaktere nasıl çalıştınız?
Nadim bize sürekli şunu söylüyordu:“Bana köyüm gibi, ailem gibi hissettirin, bunu yaptığınız anda ben size inanacağım. Burada Cide’de yaşayan bir aile istiyorum.” Sanıyorum ekip olarak da şaşırtıcı bir şekilde iyi anlaşmamız çok önemli oldu ve o ailenin orada gözükmesinde çok büyük etkisi oldu. Çünkü biz aslında az çok bir aile olmuş gibiydik orada. Oyuncu ailesi ama bir aile. Okul yıllarımdan beri şiveden korkarım ben. Cide’ye gittik, kahvehaneye oturdum ve sadece dinledim. Sonra sokaklarda yürüdüm. Oyalanıyor gibi duruyorum, insanlar konuşsun istiyorum. Dinleyeyim istiyorum, ne oluyor? Koyu bir şivesi yok ama bir benzeşmişlikleri var. Dolayısıyla ben onu almaya çalıştım. Bir de böyle hafif çok belli etmeden, çok altını çizmeden yuvarlamaya başladım bir şeyleri. Büyük bir çaba sarf edince oyunculukta o kadar çirkin oluyor. Ne kadar az çaba sarf edersen o kadar arada böyle.
O karakter olmuşsunuz, çok başarılısınız.
Bir gün yolda Nadim ile yürüyoruz, “Bak Nevzat geliyor” dedim. Karşıya bir baktık, saçları kısa abinin, üstünde benim mavi tişörtüm, belinde bel çantası, ayağında o terlik ve o pantolon. Benim karakter karşımda. Ayrıca oradan alışveriş yaptık bu da çok güzel bir stratejiydi. Kostüm alışverişlerinin hepsi Cide'den yapıldı. Bütün detaylar düşünüldü.
“Ben bile böyle bakınca artık “lan kim bu” demeye başladım”
Sizi gündelik hayatta siz olarak tanımak çok zor, aaa buradan tanıdığım oyuncu buymuş demek de zor ve oynadığınız her şeyde bambaşka birisiniz…
Ben yıllar önce bir karar verdim, daha doğrusu bir karar vermek zorunda kaldım. Maalesef sokağa çıktığımda, her sene büyüdükçe, geliştikçe çok değiştiğimi fark ettim. Sakalımı uzatınca başka bir şey, tek bıyık başka bir şey, tamamen kes başka, uzun saç başka, kısa saç başka. Bir kıyafet giyiyorum başka gözüküyorum. Ve bu benim sinirimi çok bozuyordu. Çünkü özellikle öğrencilik yıllarında hep kafamıza verilen, yüklenen kod şuydu; Akılda kalıcı bir tipin olmak zorunda, doğru tipi yakaladığında da bunu sürdüreceksin. Özellikle televizyon için geçerli olan bir şey ve biz bununla korkutulduk. Ben şöyleydim; Ben mahvoldum çünkü ben aynı kalamıyorum yani istesem de yapamıyorum bunu, plastiğim buna izin vermiyor. Ve çok büyük bir dezavantaj oldu benim için gerçekten. Başlarda çok moral bozucuydu sonra yıllar içinde böyle tuhaf bir şekilde bu benim hoşuma gitmeye başladı. Çünkü ben bile böyle bakınca artık “lan kim bu” demeye başladım ve farkında olmadan acayip bir avantaja dönüştü. Bu filmde bununla ilgili çok güzel bir hikâyem var; Enişteyi oynayan Cem Zeynel Kılıç ile bir dükkâna girdik, o kendi İstanbullu kostümünde, ben ise bel çantalı, çizgili tişörtlü kostümümdeyim. Adam Cem'e baktı, bana baktı ve Cem'e döndü misafir olduğu için buyurun abi dedi ve beni tanımadı. Ben bir misafiri mutlu edeyim, benim için o zaten bizden dedi. Ben gittim bu hikâyeyi Erdi ile Nadim'e anlattım oldu dediler ve gözleri parladı. Ben çoktan Cideli olmuştum.
“Tek rakibim kendi korkularım, kaygılarım, endişelerim, tembelliğim”
En İyi Yardımcı Erkek rolü olarak benim ödülüm size, sizin ödül beklentiniz nedir?
O günkü jüri, o günkü diğer filmler, o günkü diğer oyuncularla alakalı bir şey. Bana bu jüri bu filmler arasındaki bu oyunculara kıyasla bir ödül verirse eğer bu benim bu oyuncularla bu jüriden aldığım bir ödül olur. Bu benim bu rolü çok iyi oynadığımı ya da diğerlerinden daha iyi oynadığımı birilerine hissettirebilir ama bana ispatlamaz. Ben onu kendi içimde hissederim. Ben gösterimimizde bir oyuncu olarak, bireysel olarak değil ama içinde bulunduğum işle bence ödülü aldım. Bireysel olarak hiçbir şey düşünmedim açıkçası. Ödülü seyirci verdi. Çünkü bizim istediğimiz şey o. Yani sahneye çıkıp birilerine teşekkür edebilmek, herkesin önünde teşekkür etme şansının olması güzel bir fırsat gerçekten. Ama her şeyde o yine dediğim gibi kalıplara hapsetmeyelim kendimizi elbette ödül, tadı, tuzu. Yarışma da bana uygun bir şey değil. Ben yıllarca yüzücülük yaptım. Milli takım aday kadrosuna girdim. Antrenörün bana söylediği tek bir şeyden ben hayatımdaki birçok konudaki fikirlerimi oluşturdum. Dedi ki; “Diğer kulvarlardakiler senin rakibin değiller, senin rakibin su, sen suyu aşmaya çalışıyorsun, sağa sola bakma. Geriye düştün, ileridesin diye duygulanma. Sen suyla mücadeleni sürdür.” Ben o günden beri suyla mücadelemi sürdürüyorum. Ben kimseyle rakip değilim. Hiçbir zaman kendimi kimseyle rakip görmedim. Tek rakibim kendi korkularım, kaygılarım, endişelerim, tembelliğim.
“Ben seçimlerimden dolayı orta sınıf bir yarı ünlüyüm”
Oyunculuk ünden de yürüyen bir şey, tanınmamak sizi rahatsız etmiyor mu? Düşünsenize efsane bir karakter yaratmışsınız ama sokakta tanınmıyorsunuz…
Keyfini alan adam beni takip ediyor zaten. Öbür türlüsü o rolle yaşamak demek. Bir bıyık bırakırım, bir saç modeli yaparım 10 sene onunla oynarım. Çok ünlü oldun, herkes seni sokakta tanıdı, paran var, şöhretin var. Ben bunun için başlamadım bu işe, ben tiyatroya başladım. Ben oynamayı ve orada kendimi görmemeyi seviyorum. Çünkü biri ancak Osman Sonant’ı yazarsa Osman Sonant’ı oynarım. Ben bir kıyafetim. Gireceğim, duracağım orada ve çıkacağım oradan. Bir şeyim yok benim, ben yokum ki. Ben bir özne değilim. Bunu kabul etmek aslında çok zor. Maddiyatına yansıyor her şeyine yansıyor ve bir sürü fırsatı kaçırıyorsun. Ve böyle yanından insanlar uzayıp gidiyorlar, bambaşka koşullara ulaşıyorlar. Ben seçimlerimden dolayı şu anda gerçekten orta sınıf bir yarı ünlüyüm. Bazen sorguluyorsun tabii ki yani ya ben de öbürünü mü yapsam diye böyle kendimle kavga ettiğim zamanlar oluyor gerçekten içimde. Vazgeçemiyorum duruşumdan, tadından da yenmiyor. Bir paylaşım gördüm; “Fi'deki Sadık Murat Kolhan'ın Leyla ile Mecnun'daki Yavuz olduğunu yeni öğrendim, ikisini ayrı insan sanıyordum.” Çok acayip bir şey bu ve beni mutlu eden de bu! Bence şaşırtmak hayatın en güzel duygusu değil mi? Bu o mu? Gerçekten bu tipteki bu muydu? Ben de bütün o rolleri izlediğimde böyle buluyorum kendimi. Bu benim hoşuma gidiyor, benim oyuncağım bu. Yeni projeler çektim yine çok farklı ve acayip roller onları da görünce şaşıracaksınız. Mukadderat ile başladık şimdi onun heyecanını yaşıyorum ve yakın zamanda da diğer projelerde izleyeceksiniz beni.
NUR SÜRER: SEYİRCİMİZ DE SEVDİYSE NE MUTLU BANA
Senaryoyu okuduğumda beni etkileyen şey; bir kadının kocasının ölümünden sonra kendini bırakmayıp hayata tutunma çabası ve
kendini bulması, üzüntüsünü hemen başka bir şeyle yenme çabası çok hoşuma gitmişti. Seyircimiz de sevdiyse ne mutlu bana.
Cide’de çalıştığımız için de çok keyif aldım, şahane bir yer.
Diğer taraftan güçlü bir kadın karakteri canlandırmak, şu yaşadığımız dünyada geçirdiğimiz süreçleri düşünecek olursak; benim için ayrı önem taşıyor.
Yaşar Kemal'in bir cümlesi var, son zamanlarda bu hep aklımda ve söylüyorum; 'Bu ülkede dört şey olmayacaksınız. Kadın, çocuk, ağaç ve hayvan.'
İçinde olmayı seçtiğim her senaryo için yeniden heyecan duyduğum bir mesleğim var. İşimi çok seviyorum.
ERDİ IŞIK: AİLEM FİLMİ İZLEDİ, ÇOK DUYGULANDI
Kendi aileni, hayatındaki karakterleri böyle bir senaryoda anlatma fikrine nasıl karar verdin ve neden anlatmak istedin?
Yaklaşık iki sene önce, Letonya’da bir yazarlık kampında bu hikayeyi yazdım. Nur (Sürer) Abla ile uzun zamandır çalışmak istiyordum ve yazdığım ilk taslağı da direkt kendisiyle paylaştım, okur okumaz içinde olmak istediğini söyledi. Çocukluğum, filmin çekildiği yerde yani Cide’de geçti. O sebeple, çocukluğumun geçtiği 90’lı yıllar havasında olan, herkese hitap eden ve kelimenin tam anlamıyla ‘sıcacık’ bir film olmasını istiyordum, tam da öyle oldu. İzleyen herkese kendisini, ailesini, çocukluğunu anımsatacak bir film olması en büyük arzumdu, bu sebeple bu hikayeyi anlatmak istedim.
“Antalya’da bu denli bir alkış tufanı dürüst olmak gerekirse beklemiyordum”
Filmi izledikten sonra neler hissettin, ailen izleyince neler hissedecek ve gösterimde film dakikalarca ayakta alkışlandığında duygun ne oldu?
Ailem filmi izledi, çok duygulandı. Benim için olduğu kadar, annem için de çok özel bir film oldu Mukadderat. Annem, Cide’deki ilk pansiyonlardan birinin işletmecisi, Işık Pansiyon. Filmde kendini gördü, babam da, ablam da… Keza çocukluğumda çevremde olan herkes kendisini gördü ama bence belirttiğim gibi izleyen herkeste benzer duygular olacak. Filmin beğenileceğini tahmin ediyordum ama Antalya’da bu denli bir alkış tufanı dürüst olmak gerekirse beklemiyordum. Gerçekten hayatımda böyle bir şey yaşamamıştım ve müthiş bir duygusallık yaşadım. Umarım daha fazla kitleye hitap eder, herkesin izlediğinde ‘iyi ki bu filmi izlemişim’ diyeceğini düşünüyorum.
“Osman hala şu an Cide’de hayatına devam ediyormuşçasına oynamış” diyenler oldu.
Senaryonun sinema dili o kadar doğru bir yerde ki çünkü komediye, drama ve başka bir yere kayan bir aksı olabilirdi. Film kafandaki gibi mi çekildi? Ve başta Nur Sürer olmak üzere oyuncu kadrosunu nasıl belirlediniz? (Gördüğüm en iyi castlardan biri olabilir, herkes sanki gerçekti, orada yaşayan insanlardı)
Evet, kafamdaki gibi çekildi. Nadim hem çok sevdiğim, hem de çok beğendiğim bir yönetmen. Kendisine bu hikayeden bahsettiğimde, o da çok heyecanlanmıştı ve beraber yol almaya karar verdik. Nur Sürer ile daha önceden ‘Camdaki Kız’ dizisinde çalışmıştı, o sebeple çok iyi anlaşacaklarını biliyordum, öyle de oldu. Filmin janrası kara komedi, türü itibariyle festival kitlesi açısından da güzel bir sürpriz olduğunu düşünüyorum. Cast sürecini yönetmenimizle beraber yürüttük, başından beri hep doğallık peşindeydik. Gerçekten başrolünden yardımcı rollere, filmin tamamında müthiş performanslar izlediğimizi düşünüyorum. Hatta Osman Sonant için sizin yorumunuza benzer birkaç yorum aldık, herkes İstanbul’a döndü ama “Osman hala şu an Cide’de hayatına devam ediyormuşçasına oynamış” diyenler oldu. Bu doğallığın seyirciye geçmesinden dolayı çok memnunum.