Ayşe Naz Hazal Sezen
Şiddetin Gölgesinde Yaşamaya Devam Etmek
Üzerimizde bir gölge var; gün ışığını görmeye engel, umudun önünde bariyer gibi bir gölge. Şiddet, zulüm, insanlık suçları ve adaletsizlik günlük yaşamımızın olağan bir parçası haline gelmiş durumda. Dünyanın neredeyse her köşesine erişebilir olmamızı sağlayan küresel bağlantılar sayesinde sık sık şiddetin acımasız yüzüyle karşı karşıyayız. Dünyanın dört bir yanından, sabahın erken saatlerinde gözümüzü açar açmaz ekranlarımıza doluşan haberler, genellikle umudu değil, korkuyu fısıldıyor; patlayan bombalar, ölen masumlar, susmuş adalet ve hüküm süren şiddet. Şiddetin gölgesinde güneş göremeyen ruhlar kendilerini kaygı ve depresyon dehlizlerinde darda hissediyor olsalar da karanlığın ördüğü ağa içinde yürümeye devam ediyorlar. Nasıl buluyorlar bu gücü? Yaşamın sunduğu şiddet dolu gerçekliğe, insanın içine saldığı derin bir boşluğa rağmen bizler nasıl devam edebiliyoruz?
Soru: Neden Yaşamalı?
Her gün şiddetin bin bir yüzüyle karşı karşıya kalan insanın içine salınan boşluk insanı yaşamın özünü sorgulamaya itiyor. Zira, adaletin olmadığı, masumların acı çektiği, suçluların ise cezasız kaldığı bir dünyada “neden yaşamalı?” sorusu en sert haliyle içimizde beliriveriyor. Soru sert ve net bir cevabı yok. Kesin, ölçülebilen ve test edilebilen bilimsel cevap isteklerine karşın insan içgüdüsel olarak, herkes için farklı olabilen, bir kıvılcım kadar sessiz, görülmesi güç ama derunda büyük bir ateş yakacak olan anlamları bulmak adına sürekli bir arayış içinde.
Basit görünen ama dünyanın gürültüsüne ve karmaşasına kısa bir anlığına dahi sakinlik sağlayan umut dolu anlam, bir dostun omzunda, mutfakta pişmekte olan ekmeğin kokusunda, bir çocuğun gülümsemesinde, Everest’in tepesinde, peşi sıra yazılan kelimelerin arasında, meydanda bir direnişte ya da derin bir susuşun içinde olabilir. Kötülüğün ve adaletsizliğin bu kadar baskın olduğu bir dünyada, insanın inşa ettiği ya da keşfettiği anlam ve yaşamın anlamsızlığına rağmen direnişi, adeta şiddetin gölgesinin yarattığı karanlığa karşı açtığı bir savaş gibidir. Lakin bu savaş, insanların kendi cinsine açtığı savaşlardan farklı olarak galibiyeti ya da mağlubiyeti gündemine taşımaz; savaşın kazanını olmanın bir önemi yoktur; asolan savaşın kendisidir. Zira, tüm bu şiddetin, acının ve kötülüğün ortasında insanın gözleri her gün acı ve şiddetin getirdiği gözyaşlarıyla dolarken yaşamdan vazgeçmemek, belki de zaten bizim en büyük zaferimizdir. İnsan, şiddetin karanlığına teslim olmamak adına, onunla birlikte var olmayı, onu kabullenip yine de kendi yolunda yürüyebilmeyi öğrenmesiyle zaten galip gelir.
İnatçı olmak
Başka bir tabirle, belki de inatçı olmaktan bahsediyoruz. Hayatın, insana her gün pes etmesini söyleyen sert ve acımaz yüzüne karşı direnmeye ve mücadeleye devam etmeye dair inat; düşsek de yeniden kalkma güdüsü. Bir yanda, yaşamda büyük anlamlar ararken diğer yanda küçük anlamlarla yetinmek varoluşsal bir paradoksa benziyor olsa da, tek bir anlama indirgenemeyecek kadar karmaşık yaşam, ancak küçük inatların bir araya geldiği büyük bir direnişle sürdürülebilir.
Devam Et!
Artan şiddetin gölgesinde kazandığımız küçük zaferler, büyük anlamları besler ve bize “devam et” der. Direnmeye devam et, umutsuzluğa kapılmamaya devam et, acıların karşısında pes etmemeye devam et ve yaşamı olduğu gibi kabul etmeye devam et. Devam etmek bazen boş bir çaba ya da gereksiz bir inatçılık gibi görünse de bizi yaşamaya sevk eden bu direniştir. Bu inat, Yunan mitolojisinde Tanrılar tarafından sonsuza dek ceza olarak bir kayayı dağın zirvesine çıkarmakla yükümlü Sisifos’un absürt direnişine benzer. Sisifos zirveye her ulaştığında, kaya tekrar aşağı düşer ve bu döngüye her gün yeniden başlar. Sisifos, kayayı tekrar tekrar ittirmek zorunda kaldığının farkındadır ve bu durumun asla değişmeyeceğini de fark eder. Ancak, her seferinde kayayı tekrar zirveye taşımayı seçer.
Camus, Sisifos Söyleni’nin sonunda "Sisifos'un mutlu olduğunu hayal etmeliyiz" derken, Sisifos’un durumunu kabullenişini ve saçmalık karşısındaki direnişini ifade eder. Şiddetin gölgesinde ve tekerrür eden olayların karşısında küçük zaferlerle, dolu dolu yaşamaya devam etmeye benzeyen bu direnişin mutluluğu, yaşamın saçmalığını anlamak, ancak yine de ondan vazgeçmeden keyfini de sürebilmeyi seçmekten gelir. İnsanın özgürlüğü ise, tüm bu saçmalığı fark etmek ama buna rağmen anlam yaratma çabasından vazgeçmemekten gelir. Aynı zamanda bu çaba absürt bir özgürlüktür; çünkü anlam arayışının sonu olmadığını bilmek ve yine de yaşamın içinde mücadele etmek, bir tür özgürlük ve mutluluk sağlayacaktır.
Kötülük bir yere gitmez
Ayrıca, her gün ekranlara düşen dehşet verici haberlerin karşısında tek başına olmadığımızı fark etmek ve etrafında başka insanlarla dayanışma içinde olduğumuzu idrak edebilmek yaşamı biraz daha katlanılabilir kılabilir. Dayanışma, insana yalnız olmadığını ve tüm bu anlamsızlığın ortasında bir anlam bulabileceğini hatırlatır. Güneş görmeden, kaygı ve depresyon dehlizlerinde artan yalnızlık karanlığı derinleştirirken, başkalarıyla kurulacak bağlar, bu karanlığı hafifletir ve dayanma gücünü arttırır. Kötülük bir yere gitmez veya tamamen sona ermez, fakat belki de birlikte direnmek, zulümün ve şiddetin arttığı dünyada umutsuzluğa karşı en güçlü savunma olabilir.