Özlem Özdemir
PTT’ye Özlem…
Ben çocukken yılbaşı, yılın en sevdiğim ve heyecanla beklediğim günüydü desem abartmış olmam. Benim gibi taşrada büyümüş olanlar bilir, büyük şehirlerdeki gibi ışıltılı sokaklarımız olmazdı belki ama ışıltı bizim içimizdeydi. Bugünkü gibi yapay yılbaşı ağaçları da yoktu o zaman, onun yerine ben evimizdeki uzun sarmaşığın yapraklarına parıltılı simli süsleri dolardım. Rahmetli annem, çiçeklerine dokunulmasını sevmese de yılbaşı zamanı ses etmezdi, o da severdi bizim topluca mutlu olduğumuz yılbaşı akşamlarını… (Bu arada o yıllarda yılbaşı ile noel ayıramayan yobazların sayısı yok denecek kadar az olmalı ki, laik bir ülke olduğumuzdan noeli de isteyen kutlar, yılbaşını herkes kendi olanaklarına göre kutlardı. Benim annem de oldukça dindar bir kadındı ve biz hiç böyle bir cehaletle günlerimizi kirletmezdik, gel de özleme…) Yılbaşı akşamları bizim ailecek bir arada olduğumuz, ne derdimiz varsa da, bir akşamlığına rafa kaldırdığımız, birlikte bir güne sığdırdığımız mutluluk demekti… Artık annem yok ve şimdi bu yazıyı yazarken o günleri özlediğim kadar annemi de çok özlediğimi hissediyorum… Annemin ölümü kimsenin suçu değildi elbet (berbat ettikleri sağlık sistemi nedeniyle yapılan ihmallerin ölümünde etkisi olduğu gerçeği hariç, ameliyatı için cebimde beş kuruş yokken kullanılacak iğne parasını dahi benden istedikleri döner sermaye sistemi gibi, neyse!) ama ailecek bir güne sığdırılan mutluluğun çalınmasına suçlu o kadar çok ki… Buna seyirci kalan bu toplumun bir kesimi de dahil, kimse bu geldiğimiz vaziyetten muaf değil, kusuruma bakmayın. Bu yazarı biraz takip edenler, hiçbir zaman suçu başkasına atan kolaycılardan olmadığımı bilirler, ortada devamlı işlenen bir suç varsa, o suça sessiz kalanlar da olduğu içindir.
HER BİRİ YORUCU YILLAR
Nasıl geçtiğini anlamadığım ve her biri öncekinden daha yoran yılların birini daha bitiriyoruz. Ben dahil, toplumda ne bir heyecan ne bir umut kıvılcımı görülüyor. Oysa, biz 80’lerde dahi yeni yılı coşkuyla beklerdik. Önce okulda çekilişle birbirimize hediye alma faslı vardı, ben oldum olası sevdiğim herkese hediye almayı severim, bugün de böyleyim, yakınlarım Noel Anne diye benimle dalga geçerler ama insanları mutlu etmek o kadar güzel ki… Sonra parıltılı yılbaşı kartları olurdu, yazar olacak çocuk işte, herkese onlardan yazardım. Şimdiki kaç genç bunları yaşadı bilemiyorum ama biz taşrada bile yılbaşı akşamına şöyle hazırlanırdık: O gün babam sabah erkenden alışverişe çıkar, menüdeki çoğu değişmeyen malzemelerle eve dönüşü bile bayramı andırırdı. Kesemize göre (Özal dönemi memur çocukları bilir yıllar geçtikçe kese küçüldüğünden 90’larda menü biraz değişmek zorunda kalmıştı) tavuk ya da kıyma, mutlaka portakal ve çeşitli meyve, kestane (o zamanlar soba yakardık), karışık kuruyemiş, bir litrelik Yeni Rakı (o da daha bozmamıştı), annem içki içmezdi, ona ve benimle kardeşime gazoz ya da meyve suyu alınırdı. Yalnız ben Fanta’cıydım itiraf ediyorum, neyse ki büyüyünce baloncuklu içeceklerden biri hariç, merakım kalmadı. Annem öğlen mutfağa girer, köfte ya da fırında kızartılacak tavuk için hazırlıklara başlar, babam muhakkak kıvırcık marul içeren salatayı yaparken ben de ufak ufak sofrayı hazırlardım. (Salatayı ben de hâlâ kıvırcık marulla yaparım, bol zeytinyağı ve bol limonlu.) Yine o zamanlar alavere dalavere bu kadar göz önünde yapılmadığından, parasına göre babam bir ya da birkaç adet piyango bileti alırdı, her yıl. 10 yıl öncesine kadar ben de bu geleneği sürdürdüm ama artık güven diye bir duygum da tarih olduğundan, almıyorum. Bazı alışkanlıklar, yalnızca alışkanlık değildir, onlar geçmiş ile aranızdaki bağdır. O nedenle alışkanlıklar, onların yaşandığı kentler, evler ve de onları paylaştığınız insanların yitimi, hayatla olan ilişkinizdeki bir bağın da yitimidir, eksilirsiniz…
AH TRT, VAH TRT
Neyse; akşam üzeri hazırlıklar bitti mi, televizyon karşısına geçerdik biz çocuklar. Bugün hâlâ vergilerimizle ayakta tuttuğumuz ama yalnızca bir kesimin keyfine göre yayın yapabilen TRT, o gece nasıl bir yılbaşı programı hazırlamış diye merak ederdik. Şimdiki gençler inanmayabilir ama dansöz çıkardı her yılbaşında televizyona, acaba bu yıl kim çıkacak, kaç dakika dans edecek diye konuşurduk hiçbir art niyet aklımıza bile gelmeden. (Malum 2000’lerde birçok şey gibi, bir de politik doğruculuk eklendiği için hayatımıza, kelimelerimiz de anlayışlarımız da birden alınıverdi elimizden, bize hiç sorulmadan, hazmetmemize ve düşünmemize fırsat dahi verilmeden!) Ha, öyle ahım şahım da giyinilmezdi bizde, yani zaten memur ailesiyiz, yemek için pijamadan başka sokakta giydiğimiz birşeyler geçirirdik üzerimize, özenirdik kısaca. O küçücük özen ne kadar heyecan vericiydi, sonradan görme olmayanlar bunu muhakkak bilir. Sonuçta sıradan bir memur ailesinin evinde, öyle yatarken ayrı pijama, evde ayrı ev giysisi filan da olmazdı, sonradan çıktı öyle şeyler. Bugün gelmiş, ezildim edebiyatı yapanlar bize elitist diyedursun, halk bizdik ve böyleydik işte. Okuyup öğrendik diye elitist olunmuyor, entelektüel ile entel karışınca işte… Öyle bugünkü gibi tıkılıp kaldığımız AVM’ler, hazır elbiseler de yoktu daha; bir Sümerbankımız vardı bizim, bir de oradan aldığımız kumaşlarla bize elbise diken terziler. İşte, yine anacığımı andığım bir an daha, kesin yaşlanıyorum ben; annem de çok güzel bluzlar, elbiseler diker, harika kazaklar örerdi bize, üstelik yıllarca hiçbir şey olmazdı o kumaşlara, örgülere. Çünkü şimdikiler gibi içine naylon, polyester gibi uyduruk malzemeler eklenmezdi. Tıpkı yediklerimiz gibi iplikler de “organikti” sahiden, ömürlüktü. Ergenlikte Amerikan propagandasının ülkeye boca edilmesiyle, annemin elinden çıkanları beğenmeyip, bizim taşraya kadar ulaşan hazır giyimleri arkadaşlarımdan görüp de özendiğim günlerden bugün utanıyorum tabii. Oysa onlar ne değerliymiş, el emeği, annenin eli, bu toprağın ürünleri... Bugün o değerlerin, yeniden keşfeder gibi adına vintage, retro, el yapımı, ev yapımı, organik vb. adlarla ve bin paraya satılan özenti bir kültüre dönüşeceklerini kim bilebilirdi? Oysa o günlerdeki her şey sahiciydi, insanların çoğu gibi, yerine iliştirilmiş yapay bir gerçeklik kültürü türetildi, iç bulandırmaktan başka bir şeye yaramayan, bize zavallığımızı hatırlatan… Ne Sümerbank’tan her ay başında yeni kumaşlar aldığımız günler ne Sümerbanklar ne o küçük hak edilmiş mutluluklar ne de annem var artık…
O HAYATLAR VARMIŞ GİBİ
Ne diyordum, işte benim çocukluğumda yılbaşı geceleri, Instagramda olmayan bir hayatı varmış gibi sergileyenlere çok banal, çok basit gelecek ama bizler için en pahalı otelde en şatafatlı eğlencelere eşdeğerdi. Adına da PTT (pijama, terlik, televizyon) derdik, şu kısaltma bile çok iç ısıtmıyor mu? Dedim ya, o geceye özel yemekte her gün giymediğimiz giysilerimizi üstüne bir şey dökmemeye çalışarak giyer, saat 22.00’den sonra da doymuş midelerimizin etkisiyle pijamaya geçiş yapardık. O saatlerde televizyonda halkın en sevdiği sanatçılar peşi sıra ekrana dolardı. Zeki Müren, Ajda Pekkan benim en hatırımda kalanlar, tabii bir de gecenin değişmez sunucusu Halit Kıvanç… O arada biz de tombala oynardık ailecek. 23.30 oldu mu, özellikle biz çocuklarda heyecan dorukta olurdu, 23.55’ten itibaren de gözümüz saatte, geri sayma kısmı ise harikaydı. 00.00 oldu mu saat, hepimiz birbirimize sarılırdık, küs olsak bile biter giderdi, yeni yıl gelmişti işte, her şey geçerdi. Milli Piyango çekilişi bir başka heyecan noktasıydı, hoş bize amorti dışında bir şey çıktığı olmamıştı ama o basit umut bile çok şeydi. Bugün bu ülkede yaşayan kimin gelecekten umudu kaldı, bir halka bundan daha büyük kötülük yapılabilir mi? Umudu olmayan bir toplum gelecek için nasıl çalışabilir? Bizim umudumuz vardı… Misal, ben üniversite sınavına hazırlanırken sınav sorularının çalınması diye bir şey olduğunu bile bilmezdim, bilmezdik, yoktu ki. Çalışırsan istediğin okulu kazanırdın, mezun olduktan sonra çalışarak yükselebilirdin. Ha, her zaman tanıdık usulü iş arama bizde vardı ama o sadece başvuru yapmana yarardı. Kriterlerin tutarsa işe alınırdın, çalışırsan o işte kalırdın, yoksa kimsenin bilmem neyisin diye kimse sana maaş ödemezdi. E zaten doğrusu bu değil miydi? Ben böyle yetiştim, bugün bu çürümüşlüğün bana ağır gelmesi bundan. Bir taşralı genç kız olarak, seni yutar İstanbul dedikleri kentte, hakkını ödeyemeyeceğim birkaç insanın yardımıyla kimseye yem olmadım, doğru. Ama birçok insanın ödemeye yanaşmayacağı bedellere de göğüs gerdim bu yaşa kadar. Özal dönemi sağ olsun, çoğunluk “işini bilmeyi” öğrendi ama ben inatla işimi bilmeyi sadece işimi iyi yapabilmek olarak belledimdi. Boynumu kimseye eğmedim, ilkelerimden asla vazgeçmedim, dişiliğimi işle asla yan yana getirmedim, çok çalıştım, çenemi hiç tutamadım (ki bu en büyük baş belam oldu), çok aç kaldım, fiskeleri iktidar kanadından değil maalesef en çok emek diyen muhalif kesimden yedim ama nihayetinde hayalim olan yazarlığı alnımın akıyla hayata geçirdim. Dünyalığım olmadı ama vicdanım rahat. Yaşlı değilim ama yorgunluğum birkaç hayat. Ama olabiliyordu yani, bugün gençlerin bu en doğal hayalini çalmalarına o nedenle çok öfkeliyim!.. Ve kendine muhalifim dediği halde susanlara da…
Yine de 2025’e girerken, bir iç dökümü halinde kendini bana plansız yazdıran bu yazıyı ümitsizlikle bitirmeyeceğim. Çünkü ben ümitsiz yaşayamam, ümitsiz olsam ürettiklerimi üretmeye devam etmem. Yaşamın değişimle ilerlediğini, hiçbir şeyin sonsuza dek aynı şekilde sürmediğini biliyorum. Bu dönem de bitecek. Mesele, başlayacak yeni dönemin hangi yönde olacağı?
NASIL BİR GELECEK?
Evet ama, öfkeliyim.
Yalnızca gücü elinde tutanların, çocukluğumdaki bu küçük ama bizim için kocaman mutluluklarını çalmalarına değil, bunun çalınmasına seyirci kalan bu topluma da…
Öfkeliyim, ışıl ışıl sokaklarda günlük sıkıntılarımızı unutabilmek yerine kapkara ve heyecansız günlere mahkum edilmemize…
Öfkeliyim, yılın bir günü bile sofraya bir kilo et alamayacak hale düşürülmemize…
2025’te bu toplum şuna karar verecek: Her gün insan gibi mi yaşayacak yahut bir zamanların PTT’sine özlem duyarak mı?
Lütfen, artık yaşam sevincimizin tüm Anadolu’yu sardığı, her bir ferdimizin asgari müşterekte buluştuğu, çocukların okula aç gitmediği, bir kilo peyniri almanın hesabını yapmadığı ve de en çok yüzümüzün güldüğü yılların ilk adımı olsun bu yıl. İlk adımlar önemlidir, 1919 ruhu hepinizin içini ısıtsın, hücrelerinize dolansın, umudunuzun ama en çok kendinize olan inancınızın artmasını dilerim. Gönlünüzce bir yıl olsun!