Özlem Özdemir
Gidenlerin Ardından Boğaziçi’ne Bakmak
Bir bebek anne karnında dokuz ay geçirir. Peki, bir çocuk kaç yılda yetişir? Doğururken çok kafa yorulmayan bu duruma acaba kaç ebeveyn, kaç bürokrat, kaç insan kafa yoruyor?
Türkiye Cumhuriyeti daha kurulmadan evvel Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın ortasında düzenlediği Maarif Kongresi ile eğitime ne kadar önem verdiğini zaten gösterir. (Maarif Kongresi, kadın ve erkek öğretmenlerin ilk kez birlikte aynı salonda toplandığı kongre olması açısından ve kısa süre sonra kadınların üniversite eğitimi için verecekleri mücadeleye de güç katması bakımından da önemlidir.)
Ardından Cumhuriyet ile birlikte yurdumuzda bir eğitim seferberliğine gidilir. 1924’teki Tevhid-i Tedrisat Kanunu, eğitim alanındaki başlıca yeniliklerden biridir. Artık (bugün yeni müfredatla vazgeçilen!) laik ve bilimsel eğitime geçilmiş, en önemlisi kızlar ve oğlanlar birlikte ve de eşit eğitim hakkına sahip olmuştur. Savaştan yeni çıkmış ve kaynağı olmayan genç Cumhuriyet, insan kaynağını her şeyden önemli gördüğünden, yurt dışında uzmanlar yetiştirmek üzere proje başlatır. Bu proje kapsamında eğitim gören o ilk kuşak, bu ülkenin her daldaki kurucu kuşağı olarak kalkınmamıza büyük katkı sağlar. 1928’deki Harf Devrimi ile okuma yazma oranı %5 bile olmayan Anadolu’daki cehaletin önüne geçmek için çalışmalar başlatılır. Atatürk, yeni harfleri yurt gezileriyle Türk halkına bizzat kendisi anlatır. Peş peşe okullar açılır, kurulan Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi kurumlarla kültür çalışmaları hızlandırılır. 1933 yılındaki üniversite reformuyla eğitimdeki ilerleme lisans düzeyine ulaşır. Bunlar da yetmediği gibi, 1936 yılında bizzat Atatürk tarafından “Geometri” kitabı yazılır. Dünyada Atatürk’ten başka matematiği bunca bilen ve seven, geometrinin tüm çocuklarca anlaşılması için kitap yazan başka bir cumhurbaşkanı var mı? Yok! (Atatürk’ün yazdığı “Geometri” kitabı, bugüne kadar hep dilbilimciler ve tarihçiler tarafından incelenmişti. İlk kez bir matematikçi gözüyle, Prof. Dr. Cem Say tarafından incelenerek yayıma hazırlanan yeni baskısını çocuklarınıza okutmanızı öneririm.)
Eğitim ve eğitimli bir toplum için genç Cumhuriyet döneminde yapılanları anlatmak için sayfalar gerekir. Bu hatırlatmaların ardından esas konuma döneyim: Sadece bu örneklerle bile anlaşılacağı üzere, Atatürk ve Cumhuriyet’in ilk kadroları bir çocuğun yetişmesini öncelikli bir konu olarak görüyordu. Ancak biz bu önceliği epey zaman önce yitirdik. Önce çocuklarımızı ezberciliğe terk ettik, ardından siyasi kavgalarla geleceklerini heba ettik, etmeye devam ediyoruz. Oysa bir ülkenin geleceği ancak gençlerinin ne kadar iyi ve bilimsel bir eğitim aldığıyla birebir ilgilidir. Son müfredat çalışması bu geleceği karartmaktan başka bir işe yaramayacak ama toplum bunun ne kadar farkında? Ama en önemlisi bu ülkenin yetiştirdiği en zeki, donanımlı beyinleri (gençlerimizi yetiştirecek olanlar) çeşitli sebeplerle bu ülkeden göç ediyor ve sayıları artık başka ülkelerde kendi topluluklarını kurmaya yetecek kadar çoğaldı… Bir ülke için bundan daha korkunç bir tablo olabilir mi?
Geçtiğimiz günlerde Hollanda’daydım. Boğaziçi Üniversitesi’nden, hiç istemediği halde, ayrılıp oraya yerleşen bir aile dostumuzun üniversitesinde profesör olma (maalesef burada profesör iken orada bu unvanı yeniden almak için beklemesi gerekti) törenine katıldık. Çalıştığı üniversite, bir tek kişi için görkemli bir tören düzenlemişti, seremoni ayrı güzel, seçilen yer ayrı güzel, gösterilen saygı ayrı güzel… Arkadaşımız için çok gururlandık, sevindik ama bir yanımız buruktu işte. Çünkü Boğaziçi Üniversitesi’nde her gün yaşanan üzücü hadiseleri, akademisyenlerine reva görülen muameleyi görüp bir başka ülkede bizim insanlarımıza verilen değeri görünce insanın içi sızlıyor. Üstelik özellikle o üniversitedeki Türk ve çoğu Boğaziçi’nden gelmiş akademisyenlerin sayısını görünce, “burasının adını Boğaziçi Cumhuriyeti olarak değiştirelim” dedim yarı gülerek yarı üzülerek ve de Türkçe… Bu insanlar bu ülkenin yetiştirdiği çok değerli beyinler, üstelik ülkelerine bağları sürüyor ama bu ülke ve bırakmak zorunda kaldıkları üniversite onlarla bağlarını koparınca gitmekten başka seçenek kalmamış oluyor. Sözün özü, gidenlerin yeri dolabilecek mi?
PEKİ, YA KALANLAR?
Kaç kişi ülkesinin gençleri dünya standardında eğitim alabilsin diye dört yıla yakın süredir direnen akademisyenleri tanıyor?
Kaç kişi aslında o insanların kendileri için değil bu ülkenin en fakir çocukları dahi bedava iyi eğitim almaya devam edebilsin diye vazgeçmediklerinin farkında?
Kaç kişi, aslında onların da dünyanın en iyi üniversitelerinde iş bulacakları halde gitmediklerini görebiliyor?
Kaç ana baba onlar da giderse, çocuklarının iyi eğitim hakkının sona ereceğini biliyor?
Ve Türkiye, (genç Cumhuriyet’in bıraktığı mirasın değerini bilemediği gibi) geleceğinin de karardığını fark ediyor mu?
Bir çocuk kaç yılda yetişir?
Ya yetişenleri kaybedince, çocukları kim yetiştirir? Bunları artık bu toplumun düşünmesi gerekir. Toplum düşünmeyi seçecek mi, kim bilir?..