Özlem Özdemir
Bir Dünya Liderini Hatırlamak
Gençliği tam bağımsız Türkiye’yi yaratabilmek için cephelerde, son 15 yılı da o ülkeyi ayağa kaldırmaya çalışarak geçti. Yılmadı, pes etmedi, küsmedi, kendi yaşamından adeta vazgeçti... Daha ölmeden evvel emanetini yok etmek isteyenler, kendini gösterdi. Henüz ağır hastalık evresine bile girmemişken başta (Hatay’ı kaybetmek istemeyen) Fransızlar yalan haberlerle ortalığı karıştırmaya girişti. Saltanat artıkları ise kendi içlerinde Vahdettin ve Abdülmecid yanlıları olarak iki gruba ayrılmış, Abdülmecid grubu Almanya desteğiyle, Vahdettin grubu ise İngiliz desteğiyle “Kemal”in[1] ölümü sonrası torun prenslerin tahta geçmesi hayalleri kuruyordu. Çünkü Atatürk’ten sonra rejimin son bulacağından çok emindiler, hilafet ve saltanat geri gelecekti! Hatta Vahdettinciler Şubat 1938’de Türkiye’deki destekçilerinin yardımıyla Atatürk’e suikast planı bile yapmıştı. Ancak İngiliz hükümeti genel olarak bu fikirlere yakın durmuyor, Atatürk ölse dahi kurduğu devletin yaşayacağı görüşünü taşıyordu. Bu nedenle Vahdettinciler İngilizler’den aradıkları maddi desteği bulamadı. Atatürk de sahiden hastalandı ve suikast planı muhtemelen bu sebeplerle hayata geçemedi. Fransızlar ise Atatürk’ün hastalığını siyasi çıkarlarına malzeme yapıyor ve sürekli basında Mustafa Kemal’in sağlığı hakkında asılsız haberler yayınlatıyordu. Atatürk gerçekten hastalığının artık dönülmez evresine girdiğinde ise hem dünya hem de Türk halkı için endişe dolu günler başlamıştı…
10 Kasım’a Doğru
1938 yılı yaz aylarının sonu. Dolmabahçe Sarayı’nın denize bakan odalarından biri… İki kapı arasında bir tuvalet masası, üzerinde Nuri Conker’in Atatürk’e hediye ettiği fosforlu, dört köşe, büyükçe bir masa saati, bunun üzerinde yakın bir süre önce Zekai Apaydın tarafından hediye edilmiş bir tablo. Tablonun arka planında karlı bir dağ, önde ağaçlı bir orman ve ön plandaki düzlükte çimenli bir alan. Atatürk o tabloya yattığı yerden uzun uzun bakardı. Afet İnan, o günlerden birinde yanına gittiği zaman Atatürk ona, “Bana memleketimizin ormanlık güzel yerlerinden tanıdıklarını anlat, oralara gidelim, ağaçlar altında dolaşabileyim, basit bir hayata kavuşalım, arzum yeşillik ve ağaçlık ama yaz kış yeşil duran ağaçlar arasında olmaktır,” demişti.
O günler ne yazık ki gelmeyecekti…
26 Eylül 1938: “Demek Ölüm Böyle Olacak”
Dil Kurumu Bayramı gecesi idi. Atatürk radyoyu dinlemiş ve kendisi adına orada söylenmek üzere bazı emirler vermişti. Bunun gecikmesi hırslanmasına neden olmuştu. O geceyi rahatsız olarak geçirdi. İlk hafif komayı o zaman
atlatmıştı. Ertesi sabah; “Demek ölüm böyle olacak,” diye uzun uzun gördüğü rüyayı Afet İnan’a anlattı. Rüyasındaki olay, Selanik’te ihtilale ait bir komitecilik vakasıydı. Ve eklemişti: “Salih’e söyle, ikimiz de kuyuya düştük. Fakat o kurtuldu.”
27 Eylül 1938, Dolmabahçe Sarayı
Atatürk yaveri Salih Bozok’u yanına çağırttı. Bozok içeri girdiği zaman Atatürk yatağının içinde sigara içiyordu. Onu görünce gayet kesik ve güçlükle duyulabilen bir sesle:
“Salih, dün akşam büyük bir sıkıntı geçirdim. Çok fenaydım. Kustum. Hafızam tamamen kaybolmuştu,” demişti. Bunları söylerken dikkatli dikkatli Bozok’a bakıyordu. Gözlerini biraz daha açarak, “Sanırım yediğim nohutlu yemek dokundu,” ilave etti.
Bozok kendisini avutmak için şöyle diyecekti: “Evet, kesinlikle nohutlu yemek dokundu. Madem ki çıkardınız, inşallah rahat edersiniz.”
Karyolasının yanındaki sandalyeyi Salih’e göstererek oturmasını istedi. Tekrar söze başladı: “Şimdi yine rüya görüyordum. Bana bir çift kundura getirmişler, beğenemedim. Binbir’i çağırdım. Böyle ‘Binbir’ diye çağırırken odaya Rıdvan girdi. Bunun üzerine uyandım. Rüya gördüğümü anladım… Çok dermansızım Salih… Büsbütün başka bir adam oldum. Şu ellerimin haline bak.”
“Paşam izin verin sizi yatırayım,” diyen Salih’e “Sen yatıramazsın, Rıdvan’ı çağır,” dedi. Rıdvan geldikten sonra Bozok dışarı çıktı. Bir süre sonra Rıdvan, Mehmet ve Binbir ayrı ayrı Bozok’un yanına gelerek Atatürk’ün sayıklamaya başladığını söylediler. “Sayıklamalar arasında neler söylüyor” diye sordu ama üç adam da anlayamadıklarını söylediler. Bozok üzüntüsünden ne yapacağını şaşırmıştı. Hemen doktorun çağrılmasını söyledi. Atatürk bitkin yatıyor, uyuyamıyordu. Doktor gecikmiş, Bozok da sürekli sigara içiyordu. Ve ümitsizlik içinde ellerini boşluğa açıp yalvarıyordu: “Aman Allah’ım, ya Atatürk’ü kurtar yahut benim canımı al!”
28 Eylül 1938, Dolmabahçe Sarayı
Doktor o gün Atatürk’ün durumu hakkında şu açıklamayı yapmıştı: “Hastalık ilerliyor. İkinci defa su almadan önceki durumda hayatının hiç olmazsa bir iki sene devamına imkan bulunacağı ümidindeydik. Fakat bugün kurtulması için ancak yüzde 3 ihtimal vardır… Durum tamamen vahim ve ümitsizdir.” Atatürk ölüyordu…
29 Ekim 1938, Dolmabahçe Sarayı
Atatürk Meclis’te yapacağı Cumhuriyet’in on beşinci yıl kutlamalarının açılış nutku üzerinde çalışmış fakat 29 Ekim gününü, hastalığının ağırlığından dolayı İstanbul’da geçirmeye mecbur kalmıştı. O gün sakin ama ızdıraplıydı. Dolmabahçe Sarayı önünden vapurla geçen gençlik kafilesinin gösterilerine, odasındaki pencerenin önüne yerleşik sandalyesinden bakarak karşılık verebilmiş ve göz hareketleriyle duygularını belli etmişti…
6 Kasım Pazar, Dolmabahçe Sarayı
Afet İnan, Atatürk’ün yanına ziyarete girmiş, o hatırını sorarken Atatürk de kalkmak, yatağında doğrulmak istemişti. Afet Hanım yardım ederken, “Daha iyisiniz değil mi?” diye sordu. Atatürk’ün zayıf omuzları çok halsizdi. Yalnız elleri bu genel düşkünlük içinde bozulmamıştı. Değişmeyen bir başka şey de gözlerindeki canlılık ve bakışıydı. Sorusuna, “Evet daha iyiyim ve iyi olacağım,” diye karşılık vermiş ve yanında bulunanlarla beraber kızı Afet’e elini uzatarak öptürmüştü. İşte, bu Afet İnan’ın Atatürk’ün elini son öpüşü olmuştu…
7 Kasım Pazartesi, Atatürk’ün karnından su alındı.
8 Kasım Salı akşam üzeri Atatürk, ölümle sonuçlanacak komaya girdi ve bir daha ayılamadı…
10 Kasım Perşembe, saat: 09.05’te Tanrı’nın verdiği ömrü sona erdi…
Atatürk’ün yaveri Salih Bozok, tanıkların anlattığına göre Atatürk öldüğü an odasına girmiş ve onun ellerini öperek veda etmiş. Doktorlar büyük ölünün odasından çıktıkları zaman onun yüzündeki ifadeden telaşa kapılmış, Dr. Mim Kemal Bey telaşlanarak nereye gittiğini sormuştu. Bozok, sadece “Hiç! Gidiyorum, işim bitti artık,” demiş ve merdivenlerde koşarak aşağıya inerek boş bir odaya kendini kapamıştı. Birkaç saniye sonra odadan silah sesi işitenler, içeri girdiklerinde onu kanlar içinde yerde buldu. Bozok, tabancasıyla kalbine kurşun sıkmış ama bir iki milimetrelik sapmayla kurşun kalbe ulaşmamış ve şans eseri kurtulmuştu. Atatürk’ün hastalığı sırasında eşi Pakize Hanım’a yazdığı mektuptan bu kararını çok eskiden vermiş olduğunu öğreniyoruz: “… Ben hayatımı Atatürk’ümüzün hayatına bağlamış ve ondan sonra yaşamamaya karar verdiğim için hayatıma son verdim. Bu kararımdan seni de seneler öncesinden haberdar etmiştim…” Salih Bozok, çok sevdiği Atatürk’üne 25 Nisan 1941’de kavuştu.
Dünyayı Yasa Boğan Ölüm
Onun ölümü önce ve en çok Türk toplumunu yasa boğdu. Ölümüne en çok da kadınlar ağladı. Çünkü onlara özgürlüklerini veren babaları, sırtlarını yasladıkları koca dağ artık yoktu... O gözyaşlarında üzüntüyle harmanlanan sayısız duygu vardı ve bu acı bugün bile geçmedi. Atatürk, kuşkusuz bir dünya lideriydi. O’nun ölümü çağdaşı olan pek çok devlet adamını üzdü. Zamanında düşman olan ülkelerde bile, çok kritik topraklarda yer alan Türkiye’yi modern devletler sahnesine taşıyan bu lidere saygı duyuluyordu. Bu ölüm, dünyayı yasa boğan ender ölümlerden biriydi.
Atatürk’ün naaşı, ölümünden bir gün sonra tahnit edildi ve Dolmabahçe Sarayı’nda, silâhlı kuvvetler subaylarının nöbet beklediği taht odasına taşındı. Önce Türk bayrağına bürünmüş bir tabuta, tabut ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin altı ilkesini sembolize eden altı meşalenin aydınlattığı, dört subay ve iki erin etrafında nöbet beklediği bir katafalka yerleştirildi. Ata’nın naaşı, 16 Kasım’dan 18 Kasım gece yarısına kadar resmî yetkililer tarafından ziyaret edildi. Bu süre içinde yarım milyondan fazla halk katafalkın etrafından tazimle geçti. Hatta 17 Kasım'da kalabalıktan resmî makamlara göre 11 kişi ayaklar altında ezilerek hayatını kaybetti... Atatürk’ün naaşı, 19 Kasım'da Dolmabahçe Sarayı’ndan hareketle İstanbul sokaklarında üç kilometre kadar yürüyüşle Sarayburnu’na vardı. Sokaklar, tabutun geçmesini zorlaştıracak kadar kalabalıktı, binaların çatıları dahi insanlarla dolmuştu. Bir halk, kurtarıcısını kaybetmenin acısıyla hıçkırıklarla ağlıyordu…
Atatürk’ün naaşı Zafer destroyerine yerleştirilerek Yavuz zırhlısına taşındı. Tabut Yavuz'a yerleştirildikten sonra, Türk amirallik gemisi tarafından 101 pare top atıldı. Hazır bulunan yabancı gemilerin de her biri ayrı ayrı 21 top atışında bulundu. Saat 15.00’e doğru Yavuz, İzmit’e doğru hareket etti. İzmit’te tabut el üstünde gara taşınarak Ankara’ya hareket edecek olan özel trene yerleştirildi. Yolda, halka üzüntülerini beyan etme fırsatı verilmek üzere başlıca istasyonlarda duruldu, 10.05’de Ankara’ya varıldı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, kabine üyeleri ve milletvekilleri, tabutun arkasından Kamutay’a (TBMM) kadar yürüdüler. Kamutay’ın önünde, yeşil kaplı sütunlarla çevrili bir katafalk kurulmuştu. Atatürk’ün naaşı bu katafalk üzerine yerleştirildi ve törenin başlayacağı ertesi güne kadar Ankara ve dolaylarındaki halk tarafından ziyaret edildi. Atatürk’ün cenaze törenine 17 devletin başkanları tarafından özel temsilciler gönderilmiş; diğer memleketler de elçileri tarafından temsil edilmişti. Dünyanın çoğu ülkesinde haftalar, hatta aylarca ondan bahsedildi...
11 Kasım 1938, Londra: Türkiye’nin Londra Büyükelçiği’ne dünyanın pek çok yerinden Atatürk’ün ölümüyle duydukları üzüntüyü paylaşan telgraflar, mektuplar yağdı. Örneğin, İngiltere’den Bayard Simmons adlı bir bey mektubunda şunları yazmıştı: “Kadınlara oy hakkı kampanyasını savunduğum için kendi memleketimde hapse girmiş ilk İngiliz olarak Türkiye Cumhurbaşkanı’nın ölümü üzerine derin üzüntülerimi sunabilir miyim? Onun kendi ülkesinin kadınları için yaptıkları bütün dünyanın feministlerince ebediyyen minnetle anılacaktır. Yaşasın Kemal Atatürk ülkülerine dayanan Türkiye Cumhuriyeti!”
22 Kasım 1938, Paris: Napoleon gibi tarihi kişiler üzerine kitaplar yazan yazar Emil Ludwig, Atatürk öldükten sonra Paris-Soir gazetesinde “Atatürk bana dedi ki” başlıklı yazısında O'nunla görüşmesini aktarmış ve kendisinden korkulduğunu söyleyince Atatürk’ün verdiği şu cevabı yazmıştı: “Bu evin kapıcısına sorun, o bile benden korkmaz. Korku üzerine hiçbir iktidar kurulamaz. Top namlularına dayalı bir iktidar pek iğretidir… Bugün burada barışçı bir ülke görüyorsunuz. Bizim ülkemiz nüfusumuza göre fazlasıyla geniştir. Bugünkü topraklarımızdan bir metrekare bile toprağa ihtiyacımız yoktur. Bütün ülkelerle barış ve hakemlik antlaşmaları imzaladık. Ordumuzun görevi sadece saldırı halinde topraklarımızı korumaktır…”
12 Kasım 1938: Hindistan’ın Ravalpindi Belediye Kurultayı, “memleketinin kölelikten kurtulması mücadelesinde O’nun yaptığı hizmeti takdir ettiğini” duyurdu ve ölümü münasebetiyle, hatırasını anmak için, bütün Belediye daireleri ve okulların kapalı kalması önerisinde bulunuldu.
2 Aralık 1938: Anzakların Gelibolu Lejyonu fahrî sekreteri J. Birnie tarafından Ankara’daki İngiliz Büyükelçisine gönderilen mektupta şöyle deniyordu: “...Bu mektup, Gelibolu’ya ayak basan Avustralyalı ve Yeni Zelândalı askerler arasında bulunan her ferdin saygı gösterdiği bir asker ve bir adam için yazılmıştır: Merhum Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ün hatırası, Anzakların Gelibolu Lejyonu üyeleri tarafından daima saygıyla anılacaktır. Türkiye Hükümeti, merhum Cumhurbaşkanının bir fotoğrafını bize göndermek lûtfunda bulunursa çok minnettar kalacağız. Atatürk’ün fotoğrafını, liderlerimizden Lord William Birdwood ve Sir Ian Hamilton’un fotoğraflarının yanına asarak, bu üç büyük askeri yücelteceğiz.”
Yine Afet İnan’ın hatıralarından öğrendiğimize göre sağlığında kabri üzerine konuşmalar yapılmış. Atatürk mezarı olacak yer için bir istekte ya da vasiyette bulunmamış. Ancak, ‘ülkenin bütün sınır boylarından getirilecek toprak üzerinde yatma’ önerisine çok sevinmiş. Böyle bir fikrin uygulanmasından ancak fani vücudu için haz ve gurur duyacağını belirtirken Afet İnan’a bakarak, “Bunu unutma,” demiş. Atamız, ömrünü kurtuluşu için verdiği ülkesinin özellikle sınırlarındaki savaş alanlarından ve her taraftan gelen toprağı üzerinde yatıyor. Son günlerini orman içinde yaşama arzusu da yine ölümünden sonra olabildi. Anıtkabir orman içinde, her ziyaret ettiğimde hüzünlü bir huzur verir bana…
Bir gün fani oluşuyla ilgili konuşmalar esnasında Atatürk şu cümleyi tekrar etmiş: “Benim naçiz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır. Milletim beni istediği yerde yatırsın, yeter ki beni unutmasın.”
Eserinden çok şeyi yitirdik ama hiç değilse bu vasiyetini tutabildik, O’nu unutmadık. Atatürk, mezarının nerede olacağının kararını halkına bırakmış ama Çankaya’nın hatıralarının yaşayacağı yer olacağını düşünüyormuş. Afet İnan’ın yorumuna göre; “Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı orada yaşadıkça, Atatürk’ün ruhu şad olacak ve o devlet başkanları da Atatürk’ün yolundan ayrılmama amacını taşıyacaklar.”
Ne acı ki, bu büyük liderin kurduğu devletin ikinci yüzyılında demokrasi ağır yaralı…
O’nu unutturmak için her türlü yol denendi, deneniyor…
Ama başarılamıyor, başarılamaz.
Çünkü Atatürk; fikir demek, aydınlık demek, devrim demek, özgürlük demek, Cumhuriyet demek.
İşte bu yüzden Atatürk ölümsüz.
Ölümsüz birini yok edemezsiniz…
Bu yazı O’nun aziz hatırasına…
Ruhunuz şad olsun Ey Büyük Atatürk!
Kaynakça:
Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Afet İnan, İş Kültür
Atatürk’ün Yaveri Salih Bozok Anlatıyor, Alaca Yayınları
Atatürk’ün Hastalığı, Bilal N. Şimşir, Türk Tarih Kurumu
Belleten, Salâhi R. Sonyel, İngiliz Belgelerinin Işığı Altında Atatürk'ün Son Günleri, Sayı: Ekim 1971, Cilt 35 - Sayı 140
Afet: Atatürk’ün Manevi Kızı Prof. Dr. Afet İnan’ın Yaşamöyküsü, Özlem Özdemir, Kırmızı Kedi
[1] Sultan Abdülaziz’in yeğeni Prens Sami’nin İngilizlere yazdığı ve destek istediği mektuptaki ifadesinin tıpkı kullanımıdır.