Özlem Özdemir
Bu ülkede Genco Erkal vardı…
Yıl 2007 olmalı. Ülkemizin en eski ve ilk tiyatro dergisi “Tiyatro Tiyatro” için nehir söyleşiler yapıyordum. Hayran olduğum tüm oyuncularla tanıştım, bazıları arkadaşım oldu. Hazır olduğuma inandığımda Genco Erkal'a e-posta attım ve söyleşi önerisinde bulundum. (Ben haddini bilen kuşaktanım, röportajı hazır olmadan yapmazdım.) Ellerim titreyerek yazdığım postaya olumsuz yanıt gelmesinden nasıl korktuğumu bugün bile hatırlıyorum. Ve fakat öyle olmadığı gibi, havalara uçtuğum bir yanıt geldi: “Ben de bu kız benimle röportaj yapmak istemiyor herhalde, beni ne zaman arayacak diye düşünüp duruyordum. Ne zaman istersen…” demişti.
Kısa süre sonra buluştuk, ona o zaman şöyle dedim: “Sizinle röportaj yapabilecek kadar kendime güvenmek için bekliyordum!” Ve işte o gün başlayan tanışıklık zamanla abi kardeş yakınlığına dönüştü çünkü onu hiç bırakmadım. Röportaj yapmaya mecburen son verdiğim 2016 yılına kadar nerede yazıyorsam mutlaka onunla konuştum. Son röportajımız “Cumhuriyet Işığında Söyleşiler” adlı ilk kitabımda yerini buldu.
Çocuk Genco
Adı Genco ama bunun bir öyküsü var. Amcası bir gün telaşla eve geliyor. Babasına, "Abi bu sabah bizim Ali Paşa Han'ın önünde bir delikanlıyı kan davasından vurdular. Kapkara gözlü, nasıl güzeldi, adı da Genco'ydu," diyor. Bunu anlatırken Genco'ya hamile olan anne de yanlarında ve eşine, "Reşat, oğlumuz olursa adını Genco koyalım," diyor. “Yakında doğum yapacak ya, gerisini dinlememiş bile” diyor Genco Erkal.
Genco'nun daha 5-6 yaşında tiyatrocu olacağı belli oluyor. Hep bir şeyler kesiyor, kuklalar, bebekler yapıp evde kukla oynatıyor. “Tuhaf bir çocukmuşum” diyor, “içine kapanık hatta”. Genco'nun tiyatroya çok meraklı, şan ve dans dersleri alan bir yengesi var, ama dayısı biraz tutucu, yengenin dışarı çıkmasına izin vermiyorsa da evde ders almasına izin veriyor. İşte Genco onunla kaçıp kaçıp tiyatroya gidiyor, bir gün eve geldikten sonra tiyatroda gördüklerini evdekilere perdenin arkasından oynuyor ve kıyamet kopuyor. Babası çok sinirleniyor ve “bir daha tiyatroya gitmeyecek bu çocuk!” diyor. Ama yenge ve Genco gizli gizli tiyatroya gitmeye devam ediyor. Tabii küçük Genco artık akıllandığından eve gelince bir daha hiç tiyatrodan bahsetmiyor.
Okula Robert Kolej’e gidiyor, oradaki etkin tiyatro faaliyetine dahil oluyor ve tiyatrocu olmanın adımları da böyle atılıyor. İlk kez sahneye ortaokulda hem de kendi yazdığı oyunla çıkıyor. O sırada okulda Charles Dickens’ın David Copperfield romanı okunuyor. Öğretmenleri “bu romanın herhangi bir yerini tiyatro haline getirin” diyor. Onun üzerine Genco da Charles Dickens’ın rüyasına David Copperfield'ın girdiği ve benim hayatımı yaz dediği bir metin yazıyor. Öğretmen bütün sınıfın içinde “en çok bunu beğendim, hatta Charles Dickens'ı da sen oynayacaksın Genco” diyor.
Üniversite zamanı geldiğinde babası ne olmak istediğini sorunca, “tiyatrocu olmak istiyorum” diyor. Babası önce bir süre duruyor, sonra, "Bak oğlum artık 18 yaşını doldurdun, git dışarıda istediğin yerde istediğin işi yap ama bu evde onu yapamazsın," diye kararını desteklemediğini açıkça belirtiyor. Sonra ikinci tercihini soruyor, Genco “psikoloji” deyince ona olur izni çıkıyor. İleride bu eğitimin tiyatroya ve Genco’ya katkısı çok oluyor.
Tiyatroya Adım
İlk profesyonelliği, Kenterler 1959'da Ankara'dan İstanbul'a geldiğinde onlarla birlikte Muammer Karaca'da oynadığı "Çöl Faresi" oyunuyla oluyor. O da şöyle gerçekleşiyor: “Oyunda Müşfik Kenter'in oğlu rolünü oynayacak biri lazım, gelsin oynasın” diye Muhsin Ertuğrul ona haber yolluyor. Bu daveti alınca Genco kendi tabiriyle deliye dönüyor! Çünkü kadroda Kenterler, Sadri Alışık, Kâmran Yüce, Turgut Boralı, Şükran Güngör, Lale Oraloğlu var; “milli takım gibiydi” diyor! Bunun üzerine babasına gidiyor, "Biliyorum istemiyorsun ama bir defalık izin ver, kimseye nasip olmaz bu insanlarla sahneye çıkmak," diyor. Aslında sanatsever ve bilgili bir deniz subayı olan babası ise kadrodaki isimleri tanımıyor, oğluna “kim bunlar” diye soruyor. Bunun üzerine Genco, “Ben seninle bu insanların oyununa gideceğim” diyor ve baba oğul "Salıncakta İki Kişi"yi seyretmeye gidiyor. Babası oyuna vuruluyor ve “onlarla olursa bir defalık izin veriyorum,” diyerek esasen bize Genco Erkal’ı armağan ediyor. Ama okulu bitirmesini de şart koşuyor.
"Çöl Faresi"ndeki bu sahneye çıkış tiyatro dünyasında onun tanınmasını sağlıyor. Genco sözünü tutuyor, biraz yavaş da olsa okulu bitirip diplomasını babasına götürüyor. Ondan sonra babası en büyük taraftarı oluyor. Oyunlarını defalarca izliyor, eleştirileri okuyor, olumsuz bir şey yazan olursa “bu bir şeyden anlamıyor” diyor... Ama Genco yıllar sonra tiyatrocu olmasına asıl karşı çıkanın annesi olduğunu öğreniyor! Onun lafı dinlenmez diye babasına, “sen buna engel olacaksın” dediği ortaya çıkıyor. “Mutlu olmazdım diye mi düşündüler bilmiyorum,” diyor, sebebini hiç öğrenemiyor.
Dostlar Tiyatrosu
1959’da özel tiyatroda başlayan yolculuk, Dostlar Tiyatrosu ile sürüyor. Ödenekli kurumlarda, çok teklif gelmesine rağmen, hiç çalışmıyor. Hatta bu konuda şu örneği veriyor: “Devlet Tiyatroları'nın eski genel müdürlerinden biri, sizi çok beğeniyoruz, artık gelin burada bize katılın diye teklifte bulundu seneler önce. Ben de, ‘Çok sevinirim, üzerinde çalıştığım bir proje var, mesela onu sizde oynamayı çok isterim,’ dedim. Adam da baktı, ‘Siz bize gelirsiniz, ne oynayacağınıza biz karar veririz,’ dedi. Orada film koptu. Sonra da teklifler geldi ama onlar memur istiyorlar, bağımsız bir sanatçı istemiyorlar ki! Bizim istediğimizi yapacaksın diyorlar, ben memurluğu seçmedim.”
1969'da Dostlar Tiyatrosu kuruluyor, üstelik politik tiyatro ile öne çıkıyor. Genco için en çok askeri darbe dönemleri yıkıcı oluyor. Ama darbeler arasında 27 Mayıs'ı ayırıyor, “o farklıydı, hatta onu sevinçle karşılamıştık,” diyor. 12 Mart ve 12 Eylül'ün ise çok ağır olduğunu söyleyerek şöyle açıklıyor: “Yargılandık, oyunlarımız yasaklandı, turne yolları tamamen kapatıldı. Sansür yaşadık tabii, tekst istiyorlardı. ‘Ağrı Dağı Efsanesi’ni, ‘Abdülcanbaz’ı hatırlıyorum. Daha çok küfürleri çizmişlerdi ama politik sansürü maskelemek için bunu yaptılar. ‘Ağrı Dağı Efsanesi’nde iki üç yerde Kürt beyleri lafı geçer, söylenmesi mümkün değil. Oysa Yaşar Kemal'in bu romanının aşırı politik bir dili de yoktur. Öyle şeyler oldu ki, aynı gün içinde iki karar birden geldi. Önce beni gözaltına aldılar, neyse, yıldırmak istediler, baktılar ki çıkar çıkmaz gene oynamaya devam ediyorum, oyunu yasakladılar. Biz daha evvel suç unsuru var mı diye sivil mahkemeye bu teksti yolladık, oradan beraat kararı gelirken aynı tekst için sıkıyönetimden sakıncalı kararı geldi. Tabii ki sıkıyönetimin lafı geçtiği için, oyunu oynayamadık! Bir tane daha oyun vardı, ‘Aslolan Hayattır’. Baro Han'ın tiyatro salonunda oynayacaktık, eski Baro Başkanı Orhan Apaydın, ‘Sen hangi dönemde ve hangi ülkede yaşadığının farkında değilsin galiba, bu teksti mi oynayacaksın? Kendinizden korkmuyorsanız, ki korkun bence, en azından bizi düşünün, Baro Han'ın kapatılmasını istemiyorum,’ dedi. 3 gün sonra prömiyer yapacaktık, oynayamadık. Böyle şeyler, hep bir baskı, hep korku... İster istemez o da otosansür getiriyor, canınız yanıyor bir yerde, ondan sonra attığınız adımı dikkatli atmak zorundasınız. Bir şey söyleyeceğiniz zaman dolambaçlı yollardan, nasıl söyleyebilirim diyorsunuz. Ama her dönemde söylemek istediklerimizi, belki daha dolambaçlı, daha ılımlı biçimde ama mutlaka söyledik.”
Hiç hapis yatmıyor yatmasına da sorunlar hiç eksik olmuyor. Mesela, "Hakkari’de Bir Mevsim"den sonra Yunanistan'dan ünlü bir yönetmenden bir dizi teklifi geliyor ama 8 yıl pasaportunu elinden aldıkları için gidemiyor. Rockefeller bursu alıyor, 1 yıl boyunca dünyayı dolaşıp tiyatroları izleyecekken “sakıncalı” olduğundan gidemiyor. Kapı kapı dolaşıyor, karşısına koca bir dosya çıkarıyorlar, “gel bakalım, önce bunların hesabını vereceksin” deniyor. Oysa hakkında rapor tutan onu tanımıyor bile, kulaktan dolma bilgilerle raporunda "Aşık Genco çıktı, sazıyla hükümete sövdü" yazıp geçiveriyor. Yurt dışına çıkamıyor ama yurt içinde tiyatro yapmaya devam edebildiğine seviniyor. Örneğin, Barış Derneği davasından dolayı mahkemesi sürüyor, oradan ve bütün davalardan beraat ediyor ama yine de daha da kötü şeyler yapabileceklerini biliyor.
Gençken tiyatronun her şeyi halledebileceğine, tiyatroyla devrim yapılabileceğine inananlardandı. “Niye yapılamadı o devrim?” diye sorduğumda yanıtı şöyle oluyor:
“Şimdi gülüyoruz buna. Yapılamazmış demek ki... 60'lı yıllarda bütün dünyada böyle bir hava vardı. Her an değişim peşinde, her an devrim yapılacakmış gibi; gençler yeni bir dünya peşindeydi, insanların mutluğu için çok büyük umutlar vardı. Tiyatroda da aynı şey oldu, Türkiye’de de politik tiyatronun ilk filizlendiği hatta çiçek açtığı dönemdi. Öyle zannediyorduk... Oyunlar büyük coşku içinde oynanırdı, millet ayağa kalkar ‘Bağımsız Türkiye, Sosyalist Türkiye’ bağırırdı. Herkes evine rahatlamış olarak giderdi. Sonradan öğrendik ki, politik tiyatroda seyirciyi o kadar rahatlatmamak lazım! Boşalıp gidersen içinde bir şey kalmıyor. Politik tiyatronun amacı, birikim yaratmak! Seyircinin seyrettikleri içine oturacak ve ben bunu nasıl değiştirebilirim diye düşünecek, dert edinecek. Ama biz biraz boşalım tiyatrosu yapıyorduk demek ki, öyle bağıra bağıra, sloganlar ata ata hep beraber rahatlayıp gidiyorduk. Haksızlıkları, eşitsizlikleri koyuyoruz ortaya değil mi? Bunu nasıl çözebilirizi araştırmak üzere birikim sağlamamız lazım. Devrimci sanatın amacı birikime ve değişime yönelik olmalı.”
Günümüzde tiyatronun toplumdaki etkisi üzerine düşüncelerini; “Bazen çok küçük şeyler mutluluk veriyor insanlara; yalnız olmadığını hissetmek, bu geriye dönük muhafazakâr baskı içinde ‘benim gibi düşünenler de var’ demek bile moral ve güç verir. Ayakta kalmak için bu bile yeter diye düşünüyorum şimdi. Bir tarafım müthiş karamsar; bu kadar uğraştık ettik, ne oldu, galiba bu böyle gidecek diyor. Ama diğer tarafımla da diyorum ki; öyle teslim olmak yok, mücadeleye devam, yaptığımız işe ve sanatın gücüne inanarak ileriye bakmak, çok uzakta bile olsa aydınlığı görmek... Atacağımız adımlar küçük bile olsa sonucun aydınlık bir yerde olacağını düşünüyorum,” diye tarif ediyordu.
Geleceğe dair ise 2016'da şunları söylüyordu: “Biz görsek de görmesek bir ümit mutlaka var. Sonuç aydınlığa doğru gider, öyle düşünüyorum. Ama ne kadar zaman sonra olur bilemem. Ben göremem, sen de diyorsun ya ben göremem, Erdoğan’a bağlıyız. Onun gittiğini görebilirsem hayatımın en büyük mutluluğu olur!”
Ama inatla ve ısrarla “Umutsuz olmayı kendime yakıştıramıyorum, yaptığım işe de yakıştırmıyorum” diyordu. Aydınlık için dimdik durmaktan hiç vazgeçmeyen gerçek bir aydını kaybettik. İnadı, doğru bildiğini savunmayı bırakmayan az sayıdaki insandan biriydi Genco Erkal. Ve sahnede bize anlattığı hikayeler bizimdi, onları anlatışını izlerken kendinizden geçerdiniz. Kaç defa izlediysem aynı tadı aldım hep, onu izleme ayrıcalığının biteceğini hiç düşünmemiştim, tıpkı bu dünyadan ayrılacağını düşünmediğim gibi. Bu ülkeye, bu ülkenin insanına ve Cumhuriyetimize sorumlu hisseden bir sanat insanıydı, yeri dolmaz. İyi ki tanıdım, iyi ki güzel sohbetlerin anısını sakladım ceplerime, iyi ki bu topraklardan geçti Genco Erkal. Bir gün bu ülkeye aydınlık gelecek Genco Ağabey, o gün adınızı haykıracağım gökyüzüne…
Kaynakça: Cumhuriyet Işığında Söyleşiler, Özlem Özdemir, Kırmızı Kedi, 2017.