Özlem Özdemir
Bir Cumhuriyet Kadınına Veda: Muazzez İlmiye Çığ
Yıllardır Cumhuriyet’in yetiştirdiği ilki başarmış sayısız kadının biyografini yazdım ama bu benim yazarken en zorlandığım hayat… Çünkü ilk kez, tanıdığım, hayatına girme ve dostluğunu kazanma şansına sahip olduğum bir kadına veda etmem gerekiyor. İlk kadın Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ artık bu dünyadan ayrıldı. Ama yaptıkları, bu ülkeye kattıkları ile adı yaşamaya devam edecek…
Cephane Üzerinde Savaştan Kaçan Bir Çocuk
Muazzez, 1914’te Bursa’da doğar. Babası, kızının kaderini çizer gibi adını İlmiye koyar. 5 yaşında okumayı öğrenir. Babası öğretmendir, günün bir yarısında erkek okuluna, bir yarısında kız okuluna gider. Pazarcık'ta yaşarlarken savaş nedeniyle ailecek kaçmak zorunda kalırlar, Çorum’da yaşayan halasının yanına gitmek için yaptıkları cephane yüklü tren yolculuğunu hiç unutmaz. Çorum’dan önce evvela Ankara’ya gidilir. Ankara’dan üstü açık bir trene binerler, altta cephaneler vardır. Yolda trenden indirilirler, babasının bulduğu bir eşek kervanıyla çocuklar küfelere koyulur, büyükler eşeklerin üzerinde 5 gün 5 gecede Çorum’a varılır. Babası orada okula verir Muazzez’i, 6 yaşındadır. 2. sınıfa kaydedilir ama hoca onu küçük bulur, birinci sınıfa alalım der. Muazzez’i okula götüremezler, çünkü ona göre birinci sınıf küçükler içindir ve birinci sınıfa gitmez! “Sen arsızlıkla kaldın bu sınıfta” diye herkes ona sataşır, epey sıkıntı da çeker ama babası hep yardım eder. Beşinci sınıfa geldiğinde Cumhuriyet ilan edilir, bir yıl sonra Bursa’ya dönerler. Babası kızının iyi eğitim almasını o kadar önemser ki, keman ve Fransızca dersi var diye özel mektebe verir. 3 liradır mektebin ücreti, babasının maaşı 30 liradır, 3 liralık mektep ücreti diğer masraflarla birlikte lüks sayılsa da kızı için göze alır. Orada iki sene okur Muazzez, sonra da Kız Öğretmen Okulu’na gider çünkü ortaokul yoktur o zaman. Muazzez’in iki kardeşi daha vardır, Talat ve Turhan. Babaları öğretmenliğin kısıtlı maaşına rağmen tüm çocuklarını okutacaktır.
Muazzez, “Ne olacağım ben?” hiç düşünmemiştir çünkü o dönem buna olanak sağlayacak değişim henüz çok yenidir. Öğretmen Okulu’nda ilerleyen yıllarda birlikte çalışacağı en yakın dostu Hatice Kızılyay ile tanışır. Mezun olunca öğretmen olarak Eskişehir’in bir kazasına atanırlar. Cumhuriyet sayesinde sosyal yaşam değişmeye, kadınlar da erkekler gibi hayata karışmaya başlamıştır. Balolar, sinemalar, tiyatrolar derken dört buçuk yıllık Eskişehir yaşamı renkli geçer.
Bir Sümerolog Doğuyor
Muazzez, öğretmenliği sevse de yüksek okulda okumak ister. 1936’da Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi açıldığında kaderi değişecektir. O yıl öğretmenler, fakülte açılınca bir yıllığına mahsus başvuru hakkı tanınması için istekte bulunurlar. Çünkü meslek lisesi mezunları fakülteye başvuramıyordur. Babası kızının yüksek okula gitmek istediğini bildiğinden onu başvurması için teşvik etse de Muazzez, gönlünün sesini dinlemek yerine evin geçimine katkıda bulunduğu için önce istemez, babasının o gidince sıkıntı çekmesini istememektedir. Arkadaşı Hatice ise ona “Gitmeyen senle ben kaldık!” der durur. Sonunda Muazzez Hatice’ye “Toparlan, bu akşam gidiyoruz!” der. İki genç kız, kendi başlarına gece trenine binerek hayatlarını değiştirecek yolculuğa çıkar. Hatice’nin dindar annesi bile “Eskişehir gibi yerde işin gücün var, değerini bil, hem sizi aldatırlar, başınıza iş gelir, gidemezsin,” demez. Çünkü Cumhuriyet gençlerine ve kızlarına sahip çıkan bir rejimdir.
Sırtlarındaki yatak yorganları Ankara’daki istasyonda akrabaları olan bir gence verip, saklamasını isterler. Yine bir akrabalarına çat kapı giderler çünkü henüz telefon yoktur. Neyse ki iki genç kız o evde güzel karşılanır ve on beş gün misafir kalırlar. Sonra bir konağın alt katında oda tutarlar, elektriği, sobası, ocağı yoktur. Yataklarını yere serer, birbirlerine sarılıp yatarlar ısınmak için. Kendilerine birer gaz lambası alırlar önce, sonra da bir lokantaya abone olurlar karınları doyurmak için ama sadece bir kişilik yemeğe paraları yetmektedir. Şubat ayı, Ankara’nın en soğuk zamanı ama amaçları uğruna dayanırlar bir şekilde. Bu yokluk ve zorluk içindeki maceraları 2 ay sürer, üçüncü ayda nihayet yatılı öğrenci olurlar.
Muazzez’in niyeti başta Almanca okumaktır ama dil bölümleri dolduğu için kontenjanı olan Hititoloji bölümü önerilir. “Bu bölümde ayrıca Sümeroloji ve arkeoloji de okuyacaksınız” dediklerinde iki kız daha bu derslerin
adını bile duymamıştır. “Ne bölüm olursa olsun, okuyalım da” diyerek kaydolurlar. Ama Muazzez Sümeroloji’den sıkılır, ayrılıp Almanca bölümüne geçmek ister. Babası ise kızına; “katiyen müsaade etmem, Atatürk bu fakülteyi bunlar için kurdu, burada kalacaksın, istikbalin parlak,” diye karşı çıkar. Babası yüzünden Sümeroloji bölümünde kalır kalmasına ama sonra bunun için babasına dua edecektir. Bir de Arkeoloji Müzesi’nde çalışmaya başlamasına… “Müzedeki çalışmalar yok mu, benim için hayattı,” der.
Atatürk’ün sanat ve eğitime verdiği önem yaptıklarından ortada. Ama o dönemde açılan fakültelerde eğitim verecek hoca yoktur. 1924'ten itibaren başarılı öğrenciler, sınavla Avrupa’ya gönderilmeye başlanır. hiçbir şey olmayan memlekette, kız erkek, 150 çocuk... Ama o çocukların yetişip gelmesi ve sonra ders verebilmeleri için daha zaman gerekmektedir. 1933 yılında Hitler’in Yahudi olan bütün hocaları kürsülerinden atmasıyla hocalar bir dernek kurup, bütün ülkelere mektup yazarlar ama hiçbir ülke onları kabul etmez. 10 senelik Türkiye devletine de başvururlar. Atatürk onları kabul eder ve anlaşma yapılır. Böyle olunca, o hocalar bildikleri her şeyi öğrencilere vermeye çalışır, talebeler de ellerinden geldiği kadar çalışır. Muazzez Hanım’a göre; “bir an önce öğrenelim, memlekete faydalı olalım,” bütün öğrencilerin yegâne hedefi budur...
Müstakbel eşi Kemal Çığ ile de bu fakültede tanışır. Mezun olduktan sonra hemen evlenirler. Muazzez, İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne tayin olurken, eşi öğretmen olarak başka bir şehre atanır. Bakarlar olmayacak, eşi öğretmenlikten ayrılarak müze kadrosunda işe başlar. Kemal Çığ, 34 yıl boyunca Topkapı Sarayı Müzesi müdürlüğünü yapar. Esin ve Yülmen adlarında iki kızları olur. Muazzez Hanım, ülkemizde müzeciliğin gelişmediği ve tarihin öneminin yeterince anlaşılmadığı yıllarda çalışmasına rağmen hiç yılmaz. Çünkü araştırmaya aşıktır. Tabletler arasında geçen yıllar sonunda Hatice Hanım ile olağanüstü bir Sümer arşivi oluşturmakla kalmaz, yazdığı 23 kitapla bu bilgileri her yaştan insana aktarmayı başarır. Ama yaşamının en büyük bölümünü geçirdiği ve ülkenin en önemli arşivlerinden birini ortaya koymasına rağmen; bir gün gelip o tablet arşivi onun ifadesiyle yok olacak, hatta bir dönem evi gibi olan Arkeoloji Müzesi'ne girmek için bile müdürden izin alması gerekecektir…
Araştırmaları için Almanca’nın yetmediğini anlayıp 40 yaşından sonra İngilizce öğrenir, sayısız çeviri yapar, makaleler yazar. 1960’da Heidelberg Üniversitesi’nin davetiyle Almanya’da 6 ay araştırma. yapar. Aynı günlerde arkeoloji meraklısı Japon Prensi Mikasa, adını duyduğu bu kadını ziyaret edecektir. 1972’te emekli olduktan sonra, “Zaman Tüneliyle Sümer'e Yolculuk” adlı çocuk kitabıyla yazarlık kariyeri başlar. (Bana göre muazzam bir bilimkurgu yazarıdır, tüm kitaplarını okumanızı öneririm.)
Ona “Cumhuriyet Işığında Söyleşiler” adlı kitabım için yaptığımız röportajda; Cumhuriyet’in yaşamda ne gibi değişimler getirdiğini sorduğumda şöyle yanıtlamıştı: “Kızım, Atatürk’ü belki biz gençken anlamadık. Çünkü öyle oluverdi ki bu devrim, bize doğal geldi. Öğretmen olduğumda, 1933'te, Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümünde idrak etmeye başladım. Dedim ki, Avrupa’nın 100 senede yaptığı devrimi, biz 10 senede yaptık. Birdenbire kadınlar erkeklerle beraber oturdular. Ben Eskişehir’de öğretmenken, sinemaya kadın erkek beraber gidiyorduk. Nasıl alıştı bu insanlar 10 yılda? Çünkü halkımız buna açıktı. Köylümüz zaten kadın erkek ayırmaz…”
Cumhuriyet’in son yıllardaki durumu hakkındaki düşüncelerini sorduğumda ise; “Biz bugün devrimimizin en yüksek çağındayız. Batı'nın 16. yüzyılda girdiği aydınlığa, biz 1923’ten itibaren girdik. 80 yılda dünya çapında bilim adamlarımız, müzisyenlerimiz, sanatçılarımız yetişti, bu çok önemli kızım. Bunun önemini bilmemiz lazım. Zeki bizim milletimiz ama ön ayak olan olmadı. Atatürk zamanındaki eğitim aynı şekilde devam etseydi, hele Köy Enstitüleri, Halkevleri olsaydı, bugün biz bambaşka yerde olurduk. Kadınlar kocasından izinsiz bakkal dükkânı bile işletemezken, şimdi her alanda başarılı iş kadınlarımız var. Bu kadınların ne kadar akıllı olduklarını gösteriyor,” demişti.
Çok gören, çok okuyan, çok yazan ve çalışmaktan hiç bıkmayan Muazzez’in mutlu bir hayatı oldu, içinde kalan tek isteği uzaya gitmekti! Yaşlanmayı ve ölümü hiç dert etmezdi. Yine demişti ki, “Hiç hayattan şikâyet etmedim. Hayatı hep olduğu gibi kabul etmişimdir. Ne kendimle ne başkasıyla ne hayatla kavga etmiyorum. Kin tutmam, geçmişin hiç üzerinde durmam. Benim de elbette sıkıntılı, üzüntülü zamanlarım oldu ama hatırlamam. Bugünü yaşarım, yarını da düşünmem. Hâlâ nasıl, nerede ölürüm diye düşünmüyorum…”
Muazzez, Atatürk’ün gelişmiş toplum hayaliyle yetişmiş bir Cumhuriyet kadını olarak, hayatını Anadolu’nun zengin geçmişinin halka ulaşmasına adayarak sonsuzluğa yelken açtı. Son nefesine kadar Cumhuriyet devrimlerinin ve Atatürk’ün yılmaz bekçisiydi. Onu son ziyaretimde en büyük sıkıntısı, aklının çalışma hızına bedeninin yetişememesiydi, onun haricinde dimağı da pek çoğumuza taş çıkacak kadar berrak… Artık Cumhuriyet öncesini de, Cumhuriyet’in kuruluşunu da ve 100 yılını da 110 yıllık ömrüne sığdıran yaşayan bir tarihi kaybettik.17 Kasım 2024’te bedeni “artık tamam” dedi, bu dünyaya veda etti. Bu Cumhuriyet için tüm çabanıza ve hayatıma kattıklarınıza sonsuz teşekkürler Muazzez Hanım, adınız tertemiz yaşayacak…
Vurun Muazzez’e! (Karalamalara Cevap)
Bu anma yazısını, ölümünden sonra ilk iş olarak sosyal medyada özellikle belli kesimlerden hesaplarca, adeta bilinçli bir şekilde, “işkenceci” ve “Nazi” gibi haddini aşan kelimelerle atılan iftiralarla kirletmek istemezdim. Ama yok saymaya da gönlüm el vermedi. Artık kendisini savunması olanaksız olan bir kişi hakkındaki tek taraflı iddialara körü körüne inanmak sizin için yeterliyse buradan sonrasını okumayın:
Muazzez İlmiye Çığ, kardeşi Prof. Dr. Turan İtil’in kurduğu HZİ (Hamidiye Zekeriya İtil) Vakfı’nın kağıt üzerinde başkanıydı, doğru. Prof. İtil, kendisiyle yapılan söyleşi kitabı “Unutulan Beyin”de vakfı niye kurduğu sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Türkiye'de araştırma vakfı ihtiyacı görerek vakfı kurmuştum ama zamanla bunun Türkiye için lüks olduğunu görmüştüm. O zaman kimsede olmayan, beyinle ilgili bir sürü alet edevat alıp vakıf bünyesinde tıbbi klinik haline dönüştürdük. Ama tam da ticari bir poliklinik olmasın, insanlar çok az para vererek bu aletlerden faydalansın istedik ve burayı poliklinik haline dönüştürdük.”
Vakfın ilk önemli çalışması valium (antidepresan) üzerine olur. Çünkü İtil’in annesi ne zaman Almanya’ya gitse ondan gelirken valium getirmesini ister. İtil, bu ilacın Türkiye’de de olduğunu, neden oradan istediğini sorduğunda, annesi Türkiye’deki valium’un etki etmediğini söyler. Bunun üzerine vakıfta valium’un beyin üzerindeki etkisi üzerine çalışma yapılmasına karar verilir. Burada üretilen valium ile İsviçre’de üretilen valium karşılaştırılır ve sonuçta buradaki valium’un etkisinin çok az olduğu görülür. Bu araştırmanın sonuçları da ABD’nin psikofarmakoloji konusundaki en yetkin kurumu olan National Institute of Mental Health’in çıkardığı bir dergide yayımlanır. Yayının sunumunda Prof. İtil; yapılan çalışmayı, kullanılan yöntemleri, bunun sağlıklı gönüllüler üzerinde, izinleri alınarak ve para karşılığında, Helsinki[1] kriterlerine göre yürütülen bir çalışma olduğunu açıklamıştır. Ancak bu araştırma onun başına “Türk Kobaylar” suçlaması ile başına iş açacaktır…
HZİ Vakfı Neyi Araştırıyordu?
Turan İtil yine aynı kitapta; 60-70’lerde artan terör faaliyetlerine kafa yorduğunu, Türkiye’de 80 darbesinden sonra azalan teröre şüpheyle yaklaştığını, sonrasında ne olacağını ve teröre karışanların nedenleri anlaşılırsa ileride yeniden terörizmin baş göstermesinin önlenip önlemeyeceğini merak ettiğini anlatıyor. Aklındaki bu soruları, arkadaşı Güneri Artunkal'a aktardığında, Artunkal ona, “Bu tatsız bir konu, başına iş açarsın, girmemeni tavsiye ediyorum; fakat illaki bu sorunla gerçekten ilgileniyorsan, Başbakan Yardımcısı İlhan Öztrak benim sınıf arkadaşım, ben bu meseleyi onunla bir konuşayım” der. Birkaç gün sonra Öztrak İtil’i Ankara'ya davet eder. Çalışmayı dinledikten sonra İtil’in çalışmasını Milli Güvenlik Kurulu'ndan birisine aktarır. İtil, Genelkurmay'a davet edilir ve Genelkurmay'da projesini anlatır. “Hocanın bu şekilde bir fikri var, siz ne dersiniz?” diye sorulan iki general, “Biz böyle bir çalışmaya üç yıl önce, daha darbe olmadan başladık. Bu fikrimizi üniversiteden kimi hocalara açtık, bunlardan kocası gazeteci olan meşhur bir psikolog araştırma için bize bir teklif verdi, ancak bu iş için çıkartılan bir de maliyet vardı, gerçi çok büyük bir rakam değildi ama bizim böyle bir bütçemiz olmadığı için hemen evet diyemedik, hoca bize kendi şartlarını söylesin, belki çalışmayı kendisiyle birlikte sürdürürüz,” derler. İtil, o zamana kadar yapılanları inceler ve bu şekilde bir araştırma yapmak istemediğini, onlara çalışmalarına devam etmelerini söyler. Nedeninin ise önceki çalışmanın çok genel bir çerçeveye oturtulduğunu, onun için önemli olanın ise insan olduğu şeklinde açıklar.
Önceki çalışmayı yürütenler ise İtil’in çalışmasını çok steril ve spesifik görmüşlerdir. Genelkurmay’ın başındakiler yine de İtil’in çalışmasının faydalı olabileceğini düşünerek, bu çalışmayı yaparsa karşılığında ne istediğini sorunca, Prof. İtil; maddi bir beklentisi olmadığını, tüm masrafları kendisinin karşılayacağını ama bunu şahsen değil vakfı aracılığıyla tamamen ilmi kurallar içerisinde ve araştırmaya katılacakların mutlaka yazılı izinleri alınmak koşuluyla yapacağını belirttiğini söylüyor. Araştırma esnasında uyulması gereken uluslararası kuralları, Helsinki kararlarını anlattığını da ekliyor. Hapisteki mahkumlardan izin konusunda sorun çıkması durumunda ne olacağını sorduklarında İtil, “İzin verenleri alırız, izin vermeyenler katılmaz,” diyor. Genelkurmay’ın bunun üzeri önceki projeyi birtakım zorluklar ve maddi yük nedeniyle bırakacaklarını söylemesi üzerine bundan rahatsız olan İtil, diğer projeyi yürütenlerin buna kızarak faturayı ona çıkaracaklarını düşündüğünden; “Lütfen siz o projeyi sürdürün, ikisi çok farklı,” yanıtını veriyor.
CIA Suçlaması Nasıl Ortaya Çıktı?
Proje hazırlandıktan sonra iki önemli sorunla karşı karşıya kalınır: Testlere girecek en az 2000 kişi, bunun dışında 2000 kişilik de kontrol ekibi gerekmektedir. Yapılacak testler belirlenir: Psikolojik test, şahsiyet testi, zeka testleri. Fizyolojik test düşünülse de zorluğundan dolayı vazgeçilir. Vakfın yalnızca 2 psikoloğu olması işi zorlaştıran diğer konudur. İtil, bu işi planladığı gibi tek başına yapamayacağını anlar, başka doktorlardan yardım ister ama çekincelerden dolayı kimseyi bulamaz. Ayrıca görüşmeleri de yalnızca askeriyeye bağlı psikologların yapacağı konusu da gündeme gelir. İtil de öneri olarak; soru cetvelleri hazırlayıp bu soruları soracak kişilerin seçimini askeriyeye bırakır ama muhakkak resmi kimliklerinin kaydedilmesi şartını koyar, “gardiyanlara bırakmayın bu işi” der. Bunun üzerine Sağlık Bakanlığına danışılır ve ortaya dönemin ünlü psikiyatristi Ayhan Songar adı gelir. Songar’ın sağcı kimliği bilinmektedir, İtil ise “bu işin sağcısı solcusu olmaz, iki tarafa da objektif yaklaşılacak” diye düşündüğünden Songar ismine tamam der. Diğer yandan Genelkurmay’ın araştırma merkezinde önceki projeyi yürüten bir albay vardır. Ancak orada da sağ sol görüş ayrımlarının belirginliği üzerine İtil, bunun kendisini aşan bir durum olduğunu düşünerek Songar ve albayın bir araya gelerek nasıl bir yol izleneceğine karar verilmesinin doğrusu olduğuna karar verir. Sonuçta; kimseden para almadan, Songar’ın yardımıyla psikologlar bulunmasına ve ordu ile Sağlık Bakanlığının çalışanlarının bu konuda eğitilmesine karar verilir. Eğitim alanlar da hapishanedeki görüşmeleri üstlenecektir. Prof. İtil, bu şekilde bilginin objektif olarak toplanmasının mümkün olacağını düşünmektedir. Çoğu Ankara İstanbul olmak üzere kriterlere uygun 3-4 bin kişi bulunur. İtil çoğunun araştırmaya katılmayacağını düşünürken özellikle İstanbul’daki mahkumların büyük kısmı araştırma için rıza metnini imzalamıştır. O günkü şartlarda elektro fiziksel testleri yapmaları mümkün olmadığından bazı testler uygulanmaz.
1982’de başlayan çalışma 1985’e kadar sürer. Vakfın olanakları eldeki veriyi analiz etmeye yetmediği için İtil, ABD’de çalıştığı New York Medical College’in bilgisayarında cüzi bir miktar karşılığında sonuçları analiz etmeye karar verir. Türk yetkililerden izin alınır. Ancak çıkan sonuç, dünyadaki benzer diğer çalışmalardaki terörist profili özelliklerine uymuyordur. Ne kendisi ne de Türkiye’de bu konuda bilgi sahibi insan vardır. Bunun üzerine, sonuçları dünyada terör üzerine çalışmış uzmanlara sunmak ve görüşlerini almak için bir Ankara Üniversitesi’nde bir toplantı düzenlenir. 2 gün süren toplantıda araştırma bulguları uzmanlara sunulur, sonuçlar Ankara Üniversitesi rektörü tarafından rapor halinde yayımlanır. Toplantıya katılan uzmanların ortak görüşleri; daha fazla çalışma yapılması gerektiği, aptal terör lideri olmadığı, hapisteki çocukların hepsinin kullanılan insanlar olduğu, bunların lider kadrolarının bulunması gerektiği ve bu örgütlerin iktisadi durumlarının önemine bakılarak hangi grubun idealizm için, hangi grubun para için çalıştığının ortaya çıkarılmasını gerektiği şeklindedir.
İtil, bu yorumların da sonucunda artık bu araştırmanın boyutunun bambaşka bir yere gittiğini ve uzmanlığını aştığını fark ettiğini yine kitabında belirtiyor. Genelkurmay sadece araştırmada sıkıntı olursa devreye girecektir, çünkü 150’den fazla başka araştırma yapmaktadır! Ayhan Songar ise işi çok sahiplenmiştir. İtil, bilimsel araştırma hedefiyle çıktığı yolda, ülkedeki sağ sol ayrışmasının yarattığı bölünmüşlükle her yerde karşılaşınca işin uygulama kısmından çekilir. Adalet Bakanlığı ise aksine bu işe daha fazla ilgi göstermeye başlamıştır. Bir süre sonra Adalet Bakanlığı tarafından ikinci bir toplantı daha yapılır. İstanbul’da yapılan toplantı Bakanlık tarafından basına kapalı yapılınca, “gizli kapılar ardında ne yapılıyor, bu araştırmanın arkasında ne var” dedikoduları alıp yürür. Genelkurmay’ın neredeyse elini çektiği proje artık Adalet Bakanlığı’nın elindedir. Grup liderlerine ulaşabilmek için af yasası çıkarılmasına karar verilir…
İtil; o süreçte Genelkurmay'ın ilk araştırmasını yürütenlerin hem onun ama hem de daha çok Ayhan Songar’ın aleyhinde dedikodular yaydıklarını belirterek, daha sonra bazı solcuların da vakıf bünyesinde daha önce yaptığı çalışmalarla ilgili insanları kobay olarak kullandığı haberini yaydıklarını söylüyor ve vakfın bombalanmasına giden süreci şöyle açıklıyor: “Niye sağcılar değil de solcular yaptı onu da bilmiyorum. Sanıyorum asıl sebep benim ABD’de yaşıyor olmamdı. ABD’de terörizmle ilgilenen merkezlerin başında Rand Corporation geliyor. Her müesseseye hizmet veriyorlar, o yerlerden biri de CIA. Ankara’daki ilk toplantıya da ABD’den Paul Henze isimli biri geldi. Ben Henze’nin kim olduğunu bilmiyordum o zaman, bilsem ne olacak? Henze CIA namına çalışan biriymiş. Bunun üzerine bazı gazeteciler bizi topa tuttular, CIA Türk terörizmini inceletiyor gibi hava yarattılar. Daha Soğuk Savaş bitmemiş, araştırmanın başındaki Songar da sağcı. Beni de sağcı yaptılar. Sistematik bir kampanya başladı, vakfın bombalanmasına kadar vardı.”
Vakıf bombalanmadan bir süre önce bir hanım gazetecinin vakfa gelerek onunla ilmi çalışmalarıyla ilgili konuşmak istediğini, kendisinin de saf saf her şeyi anlattığını, halbuki o gazetecinin belli bir amaçla geldiğini sonradan yaptığı haberle anladığını ifade eden İtil; “Ben yaptığım işle gurur duyuyordum, çünkü Türkiye’de ilk kez Helsinki kriterlerine uygun bir şekilde araştırma yapılıyordu… Bir etik komite vardı. İnsanlardan izinler alınıyordu.
Röportaja gelen hanım bizim ilk çalışmamız olan valium araştırmasıyla ilgili yurt dışında yayımlanan yazıyı okumuş ama sadece bazı kısımlarını yayımlamış ve de ‘Türk Kobaylar’ diye başlık atmış. Bu mesele iyice büyüdü. Tabii biz o zaman meseleyi kobay meselesi olarak biliyorduk, sonradan anlaşıldı ki asıl sorun kobaylar değil… Oysa benim yaptığım o çalışmada amacım, yeni çıkan bir ilacın Türk hastalarına verilmeden önce hiç değilse Türk insanı üzerinde de tetkik edilmesini sağlamaktı. Bunun için bütün dünyada uygulanan prosedür de ilacı önce sağlıklı gönüllüler üzerinde sonra da hastalar üzerinde tetkik etmektir. Yani bir ilaç çıktığında, verilen dozun Türk insanı için güvenli ve etkili olup olmadığına, yan tesirleri olup olmadığına bakmak gerekir. Türkiye’de bu yapılmıyordu… Benim hatam, bu ilaçlar Türkiye’de tetkik edilsin demek oldu… Yani sağcılarla solcular bir yana, bir de buradaki iş dünyasının da tepkisini çektim. Oysa amacım Sağlık Bakanlığının bu konulara dikkatini çekmek ve vakfın böyle sorulara cevap verecek bir müessese haline gelmesiydi. Terör araştırmasını da hapistekilere bir faydamız olur diye yaptık. Tabii sonra onlar hapisten çıktı ama nasıl çıktı? O arada benim bilmediğim bir sürü şey olmuş. Onların da bir kısmının sorumluluğunu bizim çalışmaya yıktılar. Dediler ki, askerler hapishaneye gidip çocuklara eziyet ediyor, bunun sebebi de CIA’den gelen paralarla yürütülen araştırma…” diye de hapishanede işlenen suçların kendisinin üzerine yıkıldığını söylüyor.
Turan İtil, sonunda bu çalışmayla kimse ilgilenmediğini, araştırmacı olarak sonuçların yayımlanmasını istediğini ama yetkili bir kurum bulamadığını da kitabında anlatmış. Bunlar Prof. Dr. Turan İtil’in kitabındaki açıklamaları. Kendisi hayatta değil. Onun hakkında birkaç habere dayandırılarak yorumlar yapılırken, şahsın kendisinin açıklamalarının da değerlendirilmesi etik gereğidir.
Gelelim Muazzez Hanım’ın bir suçlu olarak gösterilmesine… Evvela bir gazeteci olarak, kendisiyle yaptığım söyleşide bu konuyu sorduğumda, iddia edilen suçların gerçek olmadığını söylediği gibi kendisinin vakıfta kurucu olmak dışında bir dahli olmadığını da beyan ettiğini kayda geçmek isterim. Ayrıca kendisini yakından tanıyan biri olarak, karıncayı dahi incitemeyecek hassas karakterini bildiğimden, ona işkenceci diyebilmenin arsızlık ve kötü niyet göstergesi olduğunu söylemek de vazifedir.
Yine verilerle ilerleyelim:
- Bu suçlamalara kaynak gösterilen Nokta dergisinin 17 Mart 1985 tarihli dosya haberini satır satır okudum, Muazzez Hanım ile ilgili sadece Vakfın Başkanı olduğu ifadesinden başka bir bilgi bulamadım! Haberde kobay olarak kullanıldığı söylenen 2 kişiyle röportaj yapılıyor, Turan İtil’in açıklamasına göre bu kişiler ilk araştırmaları valium ile ilgili ve mahkum değiller.
- 16 Mayıs 1985 tarihli TBMM tutanaklarında Sağlık Bakanı Mehmet Aydın’ın vakıf ve vakıfta yapılan çalışmalarla ilgili sorulara yanıtları:
a) (ABD ve Avrupa’da insanlar üzerinde denenmemiş, dolayısıyla piyasaya sürülmemiş ilaçlar ya da kimyasal maddeler Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığından ruhsat alınmadan Türkiye'ye sokulabilir mi?) Sokulamaz.
b) (Ruhsat alınmış bile olsa bu tür ilaç ya da kimyasal maddeler Türkiye'de insanlar üzerinde denenebilir mi?) Usulüne göre ruhsat alınıp ithal edilen ilaçların insanlara tatbik edileceği tabiidir.
c) (HZİ Vakfı, yapmış ve yapmakta olduğu ilaç deneyleri için Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığından izin almış mıdır? Eğer varsa izin belgeleri nerededir?) Hekimlerin kişilere tatbik edecekleri ilaçlar için Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığından izin almaları bahis konusu olamaz.
d) (Nokta Dergisinde kobay olarak adları geçen kişileri hangi ilaçlar ya da kimyasal maddeler verilmiştir?) HZİ Vakfınca uygulanan ilaçlar konusundaki neşriyat üzerine keyfiyet Bakanlığımız müfettişlerine incelettirilmiştir. Bu inceleme sonucunda; bahis konusu ilaçların esas itibariyle 1,4 benzodiazepine; dihydroiso; benzofuran; 4 methyl piperazine-l-carboxylate ve türevleri yapısında oldukları ve çeşitli ülkelerde farmakopelere geçtikleri, ilaçların uygulandığı kişilerin muvafakatlerinin alındığı, böylece konuyu disipline eden Anayasamızın 17 nci maddesi ile Tıbbi Deontoloji Nizamnamesinin 11 inci maddesinin öngördüğü şartlara uyulduğu bildirilmiştir. Farmakopeye geçen ilaçlar, mutlaka insan sağlığı açısından bir zarar doğurmadığı bilimsel yöntemlerle saptanan ilaçlardır. Nitekim; yukarıda temas olunan kimyasal yapılar halen A.B.D., İngiltere, Almanya, Belçika, Danimarka ve Kanada gibi birçok ülke ilaç piyasasında satılmaktadır.
e) (Türkiye'de insanlar üzerinde ilaç araştırmaları yapan başka kişi ya da kuruluşlar var mıdır?) Araştırma ile yetkili her sağlık kuruluşu mevzuat çerçevesinde ilaç araştırmaları yapabilir.
- Yine Nokta gazetesinde Muazzez İlmiye Çığ ile yapılan bir röportaj, bu konuya destek olarak kullanılıyor ama bu nasıl bir kanıt bu çözemedim: “Prof. İtil bize önce vakıfta araştırma yapıldığını söyledi, sonra yapılmadığını söyledi” sorusu(?) üzerine Çığ; doktor olmadığını, yanlış bir şey söylemek istemediğini, bunu kardeşi Turan İtil’e sormaları gerektiğini ifade ediyor. “Ama vakfın başkasınız” denilince; “Biz araştırma yapmak isteyenlere, üniversitelere destek oluyoruz. Analiz etmede, bulguların değerlendirilmesinde yardımcı oluyoruz. Siz neden bu konuyla bu kadar uğraşıyorsunuz, bana onu izah edin,” dediği için de çarmıha geriliyor.
- Muazzez İlmiye Çığ’ın nehir söyleşi kitabı “Çivi Çiviyi Söker”de vakıfta insanların kobay olarak kullanıldıkları ve kendilerinin kobay olduğunu bilmedikleri söyleniyor, sorularına yanıtları şöyle: “Öyle şey olur mu? 60’larda Helsinki’de toplanan dünya milletleri bu tür araştırmaları kabul etmiş ve bunun için kurallar koymuşlar. Gönüllünün rızası olduğuna dair imza alınması da bunlardan biri. Ayrıca etik komitenin ilmi araştırmayı kabul etmesi, gönüllüye araştırma sırasında kaybettiği zamanı telafi etmek için muayyen bir ücret ödenmesi, şayet yan tesiri olursa tedavi ve bakım garantisi gibi şeyler de var… Yapılan araştırmalar yurt dışında yayımlandı. Bunlar gizli kapaklı, etiğe uymayan şeyler olsaydı, yayımlanır mıydı?.. Vakfın araştırma müdürlüğüne Ayhan Songar geçtiğinde, onun çalıştığı bir psikiyatr hanım vardı. Sürtüşmüşler, bu hanım Songar ve Turan için şikayette bulunmuş. Ne diyor biliyor musunuz? Amerika’da kullanılmayan ilaçları burada Türk hastalarına tatbik ediyorlar, diyor… Neyse bu hanım bizi sıkıyönetime şikayet ediyor. İstanbul Sağlık Müdürlüğü ve Sağlık Bakanlığı Müfettişleri gelip herkesi sorguya çektiler. Bir sonuç çıkmayınca, hatun dayanamayıp bu kez de Nokta dergisi ve Cumhuriyet gazetesine gidiyor ve bizim aleyhimize muazzam bir kampanya başlatıyor; bunlar Türkleri kobay olarak kullanıyor olarak diye. Böyle kafesler içinde insan fotoğrafları… İlaç aldı, topal oldu diye haberler…”
- Müze çalışanları da kobay yapıldı diyerek gösterilen haberlere de yanıtı şu Muazzez Hanım’ın: “Bizim müzede hademe vardı: Adamcağız düşmüş, ayağı sakat kalmış. Bu adamın bizim verdiğimiz ilaçlar yüzünden sakat kaldığını yazdılar. Nasıl bulmuşlar, nasıl yapmışlar? Adam o sırada Reşadiye’de; oradan noter kanalıyla yazı yollamış, ben ilaçlardan değil düştüğüm için sakat kaldım, diye. Deli olduk... Bir gün Cumhuriyet gazetesinden telefon ettiler bana. Bir muhabir gecek, dediler, geldi. Araştırma yapılması doğru mu, diye soruyor. Yahu, araştırma yapılmadan bilim olur mu? Ama ya sonu tehlikeliyse, diyor. Adam ta aya çıkıyor bilim için, geri geleceğinin garantisi var mı? Bilim böyle ilerliyor, dedim. Muazzez Çığ böyle diyor, diye kocaman yazdılar. O İlhan Selçuk filan bizi rezil ettiler. En sonunda Dev Sol geldi ve bizi bombaladılar… Bir şey daha söylediler o zaman: Güya biz bu çalışmaları CIA’den para alarak yapıyormuşuz. Velhasıl büyük üzüntü oldu…”
Sorular ve Sonuç:
Bu konuyla ilgili yazılmış hemen tüm yazıları okudum ama somut olarak bilhassa Muazzez Hanım özelinde bir suçlama görmedim. Bana beyanatını da aksine kanıt olarak kayda geçtim. Kendisinin açıklamaları ortada. Üstlerinde ilaç deneyleri yapıldığı söylenen mahpuslardan da hayatlarının herhangi bir anında başlarına bu sebeple ne gibi bir kötülük geldiğine dair herhangi bir bilgi (bir şey olmadığını açıklayan kişilerin beyanları mevcut) ya da bir suç duyurusu da bulamadım. Bu konuda açılan tek dava; 12 Eylül’de gözaltına alınan Recep Küçükizsiz adlı bir ülkücüye aitmiş. Mamak’da “mengele[2]” olarak adlandırdıkları işkencelerde bulunmuş doktoru bir televizyon programında gördüğünü, bu kişinin Turan İtil olduğunu ve kendilerine işkence yapan ekipte olduğunu söyleyerek suç duyurusunda bulunmuş. Ama bu soruşturmadan bir sonuç alınamamış. (Bunun da Vakfın cuntacılarla olan yakınlığı sonucu olduğunu yazanlar olduğunu ekleyelim.) Yine Muazzez Hanım ile ilgili bir suç duyurusu yok, adı bile geçmiyor. Muazzez Hanım’ın cuntacılarla yakınlığı değil ancak düşmanlığı olur.
Vakfın yaptıklarını Mengele’nin insanlık dışı yöntemlerine benzetebilmek için buna ilişkin bir kanıt sunmak gerekmez mi? 1985’teki haberlerde böyle bir kanıt ortaya koyulmamış. Sağlık Bakanlığı böyle bir durum olmadığını söylemiş. Ayhan Songar’a olan öfkenin vakfa yöneltilmiş olması da bir gerekçe olamaz mı? Ve asıl Muazzez İlmiye Çığ kime nasıl işkence yapmış? Bunu delille ispat etmeden, ömrünü bu memlekete adamış bir aydına bu iftiraları atmak düpedüz terbiye sınırlarını aşmaktır. Böyle bir gerçeklik olsa niye onlarca yıl boyunca hakkında tek bir suçlama, tek bir dava ya da ceza yoktur? Oysa Çığ, 90 yaşında bu ülkenin geleceğinden duyduğu endişeyi paylaştığı için yargılanmıştır, işkence yaptığı için değil!
Bir haber, bir röportaj yahut bazı yayınlardaki köşe yazıları bir insanı mahkum etmeye yeterli midir? Bu tam da bu dönemin siyasi erkinin yaptığı şeyin aynısı değil midir?
Bu arada; altını kalın harflerle çizmem gerekir ki; 80’lerde hapishanelerde işkence olduğunu dünya alem biliyor ve yaşanan insan hakları ihlallerinin izinin silinmesi mümkün değil. Birileri beni de hemen çarmıha germeden önce belirteyim: Amacım, işkenceyi aklamaya çalışmak değil, o işkencelerin sorumlusu bu vakıf mıdır diye sormak. Eğer gerçeği savunduğumuzu söylüyorsak, gerçeği çıplaklığıyla araştırmak, sorgulamak ve kanıtlarla ortaya koymak gerekir. Bazı gazetecilerin bile sadece aynı birkaç gazete küpürüne dayanarak yargıçlık görevine soyunmalarını hayretle izliyorum, benim anladığım gazetecilik bu değil. Turan İtil, işkenceyle ilgileri olmadığını, hapishanelerdeki suçların üzerlerine yıkıldığını söylüyor. Onun bu açıklamasını yok mu sayalım? Muazzez Hanım keza öyle, onu da mı duymayalım? Kaç kişi hem Turan İtil’in hem Muazzez Hanım’ın bu kitaplarını okudu ve onların da sözünü dikkate alarak karara vardı? Demek ki, artık herkes hele de savunmasız bulduğu birilerini dinlemeden yargılayıp cezasını verecek ki, ben zaten bu konuyu gündeme getiren solcu kesimce “cezalandırılmış” bir gazeteci olarak şerbetliyim, muhtemelen bu yazıyı da okumadan bana yine ceza keseceklerdir, buyursunlar. Doğru bildiğimi savunmaktan bu yaşıma kadar vazgeçmedim, tanıdığım birinin haksızlığa uğramasına hiçbir zaman seyirci kalmadım, iftiraya ise asla susamadım. Dileyen dilediği gibi yorumlayabilir, bu yazı benim Muazzez İlmiye Çığ’a boynumun borcudur.
Hastalıklı bir hedef seçme ve tüm öfkeyi o insana yöneltme gibi korkunç bir yaklaşım gelişti. Üstelik kendini savunma şansı artık kalmamış Cumhuriyet kadınları hakkında bu kaçıncı mesnetsiz iddia? Afet İnan “ırkçı”, Sabiha Gökçen “katil”, Türkan Saylan “kızları pazarlayan kadın”, şimdi de Muazzez İlmiye Çığ “işkenceci” öyle mi? Yeter yahu, temelde asıl derdin ne olduğunu göremeyecek kadar körleşti ve arsızlaştı mı insanlar? Ve de bu ülkeye kötülüğü dokunmuş onca kişi hâlâ söz sahibi sayılır, el üstünde tutulur iken, bu vatan için çalışmayı bırakmamış değerli insanlara yönelik bu dayanaksız ergen sosyal medya öfkesi ziyadesiyle yetti. Bu yalanları kopyala-yapıştırla yayıp, sonra etkileşimlerine bakanlar, acaba bu ülke için ne yaptılar? Bu topluma gerçek anlamda ne gibi faydaları oldu? Sorularım bu kadar, Muazzez İlmiye Çığ’ı da harcamanız öyle kolay değil, herkes haddini bilsin.
Kaynakça:
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d17/c016/tbmm17016100.pdf
Çivi Çiviyi Söker-Muazzez İlmiye Çığ Kitabı, İş Bankası Kültür Yayınları, 2002
Cumhuriyet Işığında Söyleşiler, Özlem Özdemir, Kırmızı Kedi, 2017
Unutulan Beyin, Turan İtil, Kaynak Yayınları, 2015
https://librared.com/arsiv/nokta-dergisi-yil-3-sayi-10-17-mart-1985/
https://www.gazeteduvar.com.tr/ciaden-sadata-ozel-harp-taktikleri-haber-1540080
https://bellekmuzesi.org/sozlutarih/ibrahim-aydin/
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d17/c016/b100/tbmm170161000374.pdf
https://www.birgun.net/haber/sumerolog-muazzez-ilmiye-cig-110-yasinda-yasamini-yitirdi-576674
https://t24.com.tr/haber/kucukizsiz-o-mamakin-mengelesiydi,181220
https://drdogansahin.blogspot.com/2014/12/12-eylulle-hesaplasma-ve-darbe.html
https://e-kutuphane.teb.org.tr/pdf/eczaciodasiyayinlari/izmir-may85/4.pdf
https://psikiyatri.org.tr/uploadFiles/publicationsFile/file/1079_TPDB2_web.pdf
[1] İnsanlar üzerinde yapılacak tıbbi araştırmalara ilişkin etik kuralları belirleyen uluslararası bir deklarasyon.
[2] Josef Rudolf Mengele: Nazi kamplarında "Saf Cermen" ırkları üzerinde uygulanacak testlerde Yahudileri kobay olarak kullanan Nazi doktor. Yaptığı acımasız ve kanlı testlerle pek çok masum çocuk ve insan işkence çekti, sakat kaldı veya öldü.