Kerem Gürel
Bir devrimin kıvılcımı: Marie Antoinette
Tarihin sayfaları birbirinden farklı nice hayatı anlatan satırlarla doludur. Milyarlarca sıradan yaşam hiçbir zaman o sayfalarda kendine yer bulamamış, en fazla bir kaç nesil anıldıktan sonra unutulmanın acı gerçekliğiyle sarmalanıp bir nefes gibi dağılmıştır. Ancak kimi sayfalar vardır ki tarihin akışını değiştiren, yönlendiren nice şahsiyetin varlığını anlatır sonraki zamanların insanlarına. Kimi zaman yeni ufuklara yelken açıp tam tayfaların isyan ettiği zamanda iki okyanusu birleştiren boğazı bulan Macellan’dır bu; kimi zaman Katolik-Protestan çatışmasıyla başlayan ve oluk oluk kan akıtan mezhep savaşlarının kurbanlarından biri olan Mary Stuart’dır. Bir de bakarsınız “Boyum ortanın biraz altında, bedenim sağlam yapılı ve toplucadır; yüzüm şişman değil, dolgundur” diyerek kendini anlatan ve kaleme aldığı nice satırla edebiyat dünyasında silinmez izler bırakan Montaigne’dir.
Ancak buraya sığdırılan az sayıdaki örneğin hiçbiri insanlığı sonsuza dek değişime uğratacak bir devrimin ateşinde kıvılcım etkisi yaratan Marie Antoinette kadar popüler değildir sanırım.
Evet toplumun kahir ekseriyeti tarafından (hatta bazı ünlü isimleri de dahil edebiliriz buna(!)) “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” sözünün müsebbibi olarak bilinen -ancak bu sözün ona ait olduğu asla kanıtlanamamıştır- bunun dışında hakkında pek de bir bilgi edinilme ihtiyacı hissedilmeyen tarihi bir karakterdir Marie Antoinette.
•••
Muhakkak evveliyatı da olan ancak Coğrafi Keşifler, Rönesans, Reform gelişim çizgisini takip eden Batı Dünyası’nın, aklı keşfettiği ve Aydınlanma Çağı olarak kabul edilen dönem binlerce yıllık süreçte ortaya çıkan pek çok alışkanlığa, geleneğe savaş açıyordu. Yüzyıllardır “Hükmedenler, Dua Edenler, Emekçiler”* şeklinde üç sınıfa bölünen böylesi bir toplumda emeği Hükmedenler ve Dua Edenlerce sömürülen ve bu sömürüye Dua Edenler tarafından ikna edilen Emekçiler’in bir gün gözünü açıp isyan etmesi beklenen bir sonuç olmalıydı.
Soru bu gelişmenin fitili nerede ateşlenecekti.
Böylesi büyük çaplı bir değişimin ortaya çıkması pek tabii birden çok faktörün bir araya gelmesi ile mümkün olabilirdi ve on sekizinci yüzyıl Fransası bu şartları yeşertecek tüm şartları bünyesinde toplayabilmeyi başarmıştı. Hükmedenler’in lüks ve şatafata hayli düşkün olduğu dönem Fransası akıl sınırlarını zorlayan soylu-saray adetleri ile ülkenin geri kalanlarını oluşturan büyük halk yığınlarından uzak bambaşka bir gerçeklikte yaşıyordu adeta. Avrupa’yı toza ve kana bulayan Yedi Yıl Savaşları Fransa’yı bir hayli yormuştu. “En Hıristiyan Kral” olarak bilinen XV. Louis’nin aklı havadalığı evet gerçek anlamda ekmek bulamayan Fransa halkında homurdanmaları başlatmıştı. Ancak şimdilik her şey çok daha tazedir. Zira Fransa’yı yöneten Bourbonlar ile Avusturya’yı yöneten Habsburglar yıllardır süren kan davasını evlilikle sonlandırmak istemiş, Fransa Kralı XV.Louis en büyük torunu Louis-Auguste ile Avusturya’nın ihtişamlı imparatoriçesi Maria Theresa’nın on beşinci çocuğu olan Maria Antonia’nın evlenmesine karar verilmişti. Hanedanlara ve belki de tüm Avrupa’ya barış getireceği düşünülen bu evlilik yıllar içinde bir devrimin tetikleyicisi haline gelecektir.
•••
Fransa toprağına adım attığı anda üzerinde kendi ülkesinden getirdiği tek bir iplik parçasına dahi izin verilmeyen genç gelinin adı evlendikten sonra Marie Antoinette olarak değiştirilir. Çift 16 Mayıs 1770’de resmen evlenirler. Rusların Çeşme limanında Osmanlı Donanmasını yakmasına daha iki ay vardır. Ve daha neler neler sırada beklemektedir. Zira on dört yaşında evlenen Marie Antoinette annesinin tüm uyarılarına rağmen yaşının da verdiği heyecanla asla bir Dauphine (veliahtın eşi) gibi davranamaz. Versailles Sarayı’nda genç Dauphine’nin eğitimi için görevlendirilen Başrahip Vermond’un gözlemleri bu uçarı çocuğun karakteri hakkında ufak ufak ipuçları vermektedir bize:
“Zekâsı, birçoklarının uzun zamandır tahmin ettiğinden çok daha fazladır, fakat maalesef bu zekâ, on iki yaşına gelinceye kadar herhangi bir şey üzerine yoğunlaşmaya alıştırılmamıştır. Biraz tembellik ve bir hayli kolaycılık, kendisiyle ders yapmamı ayrıca güçleştirdi… Sonunda kabul etmek mecburiyetinde kaldım ki, onu terbiye etmek, ancak aynı zamanda eğlendirmek yoluyla mümkündür.”
Ancak Versailles Sarayı için genç gelinin aklı havadalığından daha önemli bir mesele vardır. Sarayda olanın asla sarayda kalmadığı bu çağda cümle alem bilmektedir ki genç veliaht karısı ile birlikte olamamış, tam anlamıyla bir karı-koca durumu oluşmamıştır. Beklenir, beklenir, beklenir… Haşmetli XV.Louis genç çiftin rahat bırakılmasını istese de herkes yarın bugün tahta çıkacak veliahtın baba olmasını beklemektedir. Maria Theresa mektup üzerine mektup yazıp kızını kocasına karşı daha ilgili, işveli olması için uyarmakta, uyarmakta, uyarmaktadır. Ancak sorunun genç veliahtta olduğu gizlenemeyecek bir gerçek haline gelir. Dedesinin ölümüyle birlikte 1774’te tahta çıkan ve XIV.Louis ünvanını alan Louis-Auguste için bu durum gitgide bir ızdıraba dönüşür. Üzerindeki baskı arttıkça genç kral evliliğin tamamlanamadığı bu yedi yıl boyunca iyice kabuğuna çekilir, siner ve karısına karşı daha da tavizkâr hale gelir. Karısını mutlu etmek için Versailles Sarayı içerisinde yer alan Trianon Köşkü’nü ona hediye eder ve bu noktadan sonra Marie Antoinette’nin şaşalı eğlence yaşamı büyük bir ivme kazanır. Partiler, eğlenceler hiç bitmez bu taş duvarlar arasında. Kraliçe’nin bir emriyle bahçede yapay bir köy oluşturulur. Saraydan saraya gitmek dışında asla bir Fransız köyüne, kasabasına ayak basmamış kraliçe, kendi sahte dünyasında, saray surlarının arkasında biriken öfkeden bir haber yaşamaktadır.
“Marie Antoinette, Trianon’a çekilmişse bu, hayata düşünerek bakmayı öğrenmek için değil, daha iyi ve daha pervasızca eğlenmek için olmuştur.”(S.Zweig)
•••
Trianon’da kendi sosyetesini oluşturmaya başlayan genç kraliçe zaten halkından kopuk bir yaşam sürerken yavaş yavaş aristokratların desteğini de kaybettiğini asla anlamamıştır. Özellikle Polignac ailesinin yıldızının bu kadar hızlı parlatılması Avusturya elçisi Mercy’i bile telaşlandırır ve durum uzaklardaki kaygılı anne Maria Theresa’ya iletilir. Yaşlı imparatoriçe kızını sürekli uyarır. 1777’de genç çifti ziyarete gelen Habsburg İmparatoru II.Joseph kralın yatakla ilgili sorunun çözülmesine ön ayak olsa da kız kardeşinin yaşamını asla tasvip etmemiş ve kardeşine tarihe geçen şu satırları kaleme almıştır:
“Senin hesabına korkudan titriyorum, çünkü böyle devam edemez; Devrim acımasız olacak.”
•••
1778’de ilk çocuklarının doğumu kral ve kraliçenin halk nezdinde bozuk olan imajına bir nebze olsun merhem olur. Kız evladın ardından üç kere daha anneliği tadan Marie Antoinette kaderin ilk darbesini evlatlarından ikisini daha çocuk yaşlarındayken kaybederek yer. Şimdi tüm ilgisi 1785’te dünyaya gelen ve geleceğin XVII.Louis’i olarak anılan ikinci oğlunun üzerindedir.
Tarihe Kolye Skandalı olarak geçen ve kraliyet ailesini bir hayli huzursuz edip Marie Antoinette’nin imajını halkın gözünde daha da bozan olay sonrası kraliçe halk arasında artık “Bayan Bütçe Açığı” olarak anılmakta, sarayın devasa giderleriyle birlikte Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na destek vermek için yapılan ödemeler halkın kraliyete olan desteğini öfkeye dönüştürmektedir. İnsanlar kraliyet düzeninin mümkün dünyaların en iyisi olmadığını anlamakta, yoksulluğa, emek sömürüsüne, adaletsizliğe karşı biriken öfke hedef tahtası olarak kendisine tek bir kişiyi, Marie Antoinette’yi seçmektedir.
14 Temmuz 1789 biriken öfkenin ilk büyük patlaması olur. Hapishane olarak da kullanılan Bastille Kalesi’nin kraliyet karşıtı halk tarafından ele geçirilmesi kral ve kraliçenin yaşamının yokuş aşağı gidecek olan kesitinin ilk önemli kırılması olur. Ardından süreç içerisinde kadınların öncülüğünde Versailles Sarayı basılır. Kraliyet ailesi saraydan alınıp, kral, kraliçe ve veliahtı işaret eden “Getirdik hepsini: fırıncıyı, fırıncı kadını ve küçük fırıncı çırağını. Şimdi bitti artık açlık.” Sözleri eşliğinde Paris’e getirilir. Büyük bir acı ya da beklenmedik bir olay karşısında değişime uğrayan pek çok kişi gibi Marie Antoinette de artık hayatın gerçekleri ile yüzleşmeye başlamış ve bir mektubunda şu satırları karalamıştır:
“Ancak bela karşısında anlıyor insan kim olduğunu.”
•••
Paris’te Tuileries Sarayı’na yerleşen aile pek çok tarihçiye göre Marie Antoinette’nin gizli aşkı İsveçli Kont Axel von Fersen’in yardımlarıyla gözetim altında tutuldukları bu saraydan kaçmaya çalışırlar. Ancak lüks ve şatafatla dolu bir gençlik yaşatan kader kral ve kraliçeye bu defa yardım etmez ve kraliyet ailesi bir hayli zahmetli yolculuğun ardından Varennes’de kraliyet karşıtı güçler tarafından yakalanıp aşağılayıcı bir yolculuğun ardından Paris’e geri getirilirler.
Bundan sonrası tamamen yokuş aşağı bir gidiştir. Bir hapishaneye dönüştürülen Temple Sarayı ailenin kısa süre bir arada kalacağı son duraktır. Önce 21 Ocak 1793’te XVI. Louis giyotinle idam edilir. Ardından aile darmadağın edilir. Çocuklar annelerinden alınır. Geleceğin XVII.Louis’i olarak görülen küçük veliaht bir kunduracının yanına verilir.
Kral kanı ile yetinmeyen devrim Bacchus Rahibeleri gibi parçalayacak yeni bir kurban aramaktadır kendisine. Ve bu kurban pek tabii ki öfkenin asıl kaynağı olan Marie Antoinette’den başkası değildir. Conciergerie’de kötü şartlarda tutulan sabık kraliçe küçük yaştaki oğluyla ensest ilişkiye girdiği gibi akıl almaz suçlamalarla hakim karşısına çıkarılır. Yapılan suçlamalar net bir şekilde kanıtlanamasa da sonu zaten belli olan bu tiyatro kraliçenin idam kararı ile son bulur. 16 Ekim 1793 günü aşağılayıcı bir törenin ardından kraliçenin kesik başı daha da coşması için halka gösterilir. Cumhuriyet kazanmış kraliyet kaybetmiştir. Oysa sadece on bir yıl sonra hemen hemen aynı insanlar bu defa Napoléon Bonaparte‘ın krallığını kutlayacaktır.
Biyografi alanında başyapıtlara imza atan Stefan Zweig “Marie Antoinette - Vasat Bir Karakterin Portresi” isimli kitabında bu tarihi şahsiyeti şu sözlerle özetler:
“Ruha ilişkin gerçek, çoğu zaman olduğu gibi burada da ortaya yakın bir yerdedir. Marie-Antoinette ne kraliyetçilerin övdüğü gibi büyük bir azizeydi ne de Devrim'in ileri sürdüğü gibi bir grue, yani bir fahişeydi; aksine vasat bir karakterdi, aslında sıradan bir kadındı, öyle pek zeki olmayan, pek de çılgın sayılmayan, ne ateş ne buz olan, iyiye yönelik olağanüstü bir güç de, kötüye yönelik ufak bir azim de taşımayan, dünün, bugünün ve yarının ortalama kadını, iblisçe eğilimlerden uzak, kahramanlık iddiası taşımayan ve bu yüzden de ilk bakışta bir trajediye konu olamayacak bir kadın… Aslında önemsiz bir şahsiyet olan bu Habsburglu kadınını kurduğu neşeli, tasasız dünyasına devrim dalıvermeseydi, o da gelmiş geçmiş yüz milyon kadın gibi sakin sakin yaşayıp gidecekti.”
*İktidar ve Teknoloji, Daron Acemoğlu&Simon Johnson, Doğan Kitap