Kerem Gürel
Bozkırdaki Çekirdek
Farklı türde yazılarıyla hem edebiyat hem düşünce dünyasına katkılar sunan Şevket Süreyya Aydemir’in en sevdiğim eserlerinden biridir Toprak Uyanırsa.
Daha adından kitabın umut şuleleri barındırdığını anlayabilirsiniz. Zira Şevket Süreyya’nın yapmak istediği de budur zaten.
Emekli olmuş ancak mesleğinden uzak kalamayan bir öğretmenin tekrar mesleğine döndüğü bakımsız ve cahil bırakılmış sefil bir köyde yarattığı ütopik değişimin izleri vardır bu kitapta. Ve yazar satır aralarına gizlediği mesajlarla kafasındaki öğretmen idealini de aktarır okuyucuya.
“Öğretmen kalmak, köyün günlük çatışmalarına, çekişmelerine katılmamak. Ama cemaata öncü olmak?.. Doğru olan her halde buydu. Bunu ne kadar yapabildim, bilmiyorum. Fakat şunu anlıyorum ki öğretmen; ne bekçi, ne muhtar, ne de jandarmadır. O, öğretmendir. Yolları arayabilir. İmkanları açabilir, toprağa renk verir, suları uyandırır. Kurullar, teşkilatlar kurdurur. Ama kendisi bunların hepsinin dışında, hepsinin üstünde kalır. Bir öncü, bir yol gösterici olarak. Bir öğretmen olarak...”
1963 yılında yayınlanan roman Cumhuriyet kuşağının Köy Enstitüleri ile uygulama sahası bulan aydınlanmacı ve idealist dünyasının bir yansımasıdır aslında. Tıpkı 1950’li yıllarda yayınlanan ve yazarı Mahmut Makal’ın başına türlü çeşit yargılama meseleleri açan kitabı Bizim Köy gibi, Toprak Uyanırsa’da da o zamana kadar pastoral ve romantik bir edayla konu edilen köyün gerçek hali ahvali tüm çıplaklığı ile gözler önüne serilmektedir. Gerçeğin acı veren parlaklığı pek tabii ki dönemin muktedirlerini rahatsız etmiş ve Köy Enstitülü olan Makal kitabında ortaya koyduğu köy gerçeği yüzünden soruşturmaların öznesi olmuştur.
•••
Cumhuriyet’in yüz yılı deviren ömründe bugün geldiğimiz nokta acaba neresi?
Şevket Süreyya’nın ya da Makal’ın anlatmaya çalıştığı “cehalet” zebanisi ile ne derece başa çıkabilmiş durumdayız?
TÜİK’e göre 2023 yılı itibariyle Türkiye’de yaşayan nüfusun %93’lük kısmı şehirlerde yaşıyor. Bu Avrupa ülkelerini bile kıskandırabilecek bir istatistik verisi. İnsanlarımızın çoğu modernitenin parlattığı, aydınlanmanın lokomotifi varsayılan şehirlere akın etmiş gibi görünüyor. Şehirlileşmiş bir nüfus ile bugün 1930’ların,40’ların Türkiyesi’nden çok daha ileri bir noktada olmamız gerek değil mi?
Aradan geçen zaman ve azalan nüfus ile köyün sorunları çözülmüş, halk cehaletin pençesinden kurtarılmış, bilim, sanat, edebiyat, spor alanında arzu edilen noktanın kıyılarına ulaşmış bulunmalıyız.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün işaret ettiği “muassır medeniyet” seviyesinin üstüne çıkamamış olsak da kapısına dayanmış olmalıyız.
Değil mi?
•••
Bugün 24 Kasım. Öğretmenler Günü.
Dünyada pek çok farklı ülkede, farklı zamanlarda kutlanan bir gün. Hindistan’da 5 Eylül, İran’da 2 Mayıs, Peru’da 6 Temmuz’da kutlanıyor mesela. 1994’te UNESCO’nun tavsiye kararıyla tüm dünyada 5 Ekim Öğretmenler Günü olarak varsayılıyor. Bizde ise 1981 yılında 12 Eylül Askeri İdaresi’nin aldığı bir kararla 24 Kasım günü Atatürk’ün Millet Mektepleri Başöğretmenliği’ni kabul ettiği tarih esas alınarak Öğretmenler Günü olarak kutlanmaya başlamıştır.
•••
Bugün ve yarın Türkiye’nin pek çok yerinde mesajlar atılacak, telefonlar çalacak, demet demet çiçekler elden ele gezecek. Minik yavrulardan artık kendisi ana baba olmuşlara kadar pek çok insan vefa duygusunun bir tezahürü olarak öğretmenlerini hatırlayıp onları onore etmek isteyecek. Emeğin anımsanması öğretmenleri ziyadesiyle mutlu edecek. Bir gün de olsa anımsanmanın gözlerde oluşturacağı dalgalanmayı tahmin etmek zor değil.
Millî Eğitim Bakanlığı verilerine göre şu an ülkemizde 1 milyon 100 binin üzerinde öğretmen görev yapmakta.
Türkiye’nin farklı coğrafyalarında görev yapan meslektaşlarımın hangi tür sorunlarla boğuştuğunu çeyrek asra dayanmış öğretmenlik yaşamımın verdiği tecrübeyle mümkün olduğunca sarih bir şekilde değerlendirebiliyorum.
Bu sorunların tartışması bu satırları da aşacak mahiyette.
Ekonomik sıkıntılardan giderek toplum nezdinde -tabirimi mazur görün- “asalak” muamelesine sürüklenen, maaşı, çalışma saatleri, tatil süreleri yaptığı işin mahiyeti ve önemi bilinmeden vasat ve cehalet kokulu muhabbetlerin öznesi haline getirilmiş, itibar suikastine maruz bırakılmış bir meslekten bahsediyoruz zira.
Oysa yaşanılan ve bu satırlarda sizlerle paylaşmak istenen tek bir anı bile öğretmenin bir öğrenci üzerindeki etkisini anlatmaya yardımcı olacaktır umarım.
•••
2000’li yılların başında çoğunluğunu uzak dağ köylerinden gelen öğrencilerin oluşturduğu bir yatılı ilköğretim bölge okulunda, derslerin başlamasından bir süre sonra bir kız çocuğu geldi okula.
Mahcup bakışlarını yerden hiç kaldırmayan, konuşmayan, konuştuğunda da sesi neredeyse hiç duyulmayan bu kızımızın ekonomik durumu iyi olmayan bir aileden geldiği elinde valiz, çanta vb olmadan tek kat kıyafetle okula gelmesinden belliydi. Ve belliydi ki ailesi hayvancılıkla geçiniyordu. Saçlarındaki bitler ve üzerine sinen ahır kokusu asgari temizlik şartlarının bile yerine getirilmediği bir haneden geldiğinin işaretiydi.
Köyün minibüsü öğrenciyi getirip okulun kapısında bırakıp gitmiş olmalıydı.
Bu noktadan itibaren o öğrenciye okuldaki öğretmenlerin sihirli dokunuşları başladı.
Hemen komşu ilçe merkezine gidilip yeni kıyafetler ve hijyen malzemeleri temin edildi. Özenli bir çalışmayla öğrenci bambaşka bir hale büründü.
Bakışlarındaki mahcup tebessüm, duygularını anlamanın anahtarıydı adeta.
Üç hafta boyunca hafta sonu izni kullanmadan okulda kalan kızımız üç haftanın sonunda evine, ailesine ziyarete gitti.
Ve geldiğinde öğretmenlerin ona aldığı kıyafetlerin hiçbiri artık yanında değildi. Okula ilk geldiğinde giydiği kıyafetler, bitler ve aynı ahır kokusu ile geri gelmişti.
Belli ki aile öğretmenlerinin aldığı kıyafetleri, bayram yahut gezme zamanları için yabanlık olarak ayırmıştı.
Böylece süreç en başa dönmüştü.
•••
Bu anı görünüme, görünüşe dairmiş gibi okunsa da biz öğretmenler için başka bir hususun nirengi noktası olmalı.
Zira sınıfa girdiğimizde karşımızda hemen hepsi farklı evlerden gelen, farklı kapılardan çıkan öğrencileri buluyoruz karşımızda.
Bazen mesleki deformasyonun sonucu olarak hitap ettiğimiz bu kitleyi “öğrenci” kavramı ile tutkallıyor, aynîleştiriyoruz.
Oysa her biri farklı kapıdan çıkıp okula gelen bu öğrencilerin her birinin farklı hikayeleri var.
Ağzında gümüş kaşıkla doğmuyor pek çoğu.
Anne babası ayrı olan da var, aile içi şiddete maruz kalan da.
Sobalı evde yaşayıp kendi odasına kavuşamayan da var, yatalak babaannesinin çıkardıklarını temizlemek durumunda kalan da.
Haliyle “Bunlar öğrenci. Tek bir görevleri var ders çalışmak. Onu da yapsınlar bari!”nin rahatlığına sığınıp perde arkasına bakmadan tümünü aynı kefeye koymak bir öğretmenin düşebileceği en büyük hatalardan biri olacaktır.
Özellikle dezavantajlı ailelerden gelen, yoksulluğun, cehaletin yakasını bırakmadığı ortamlardan okula ulaşabilen çocuklarda davranış değişikliğini yapabileceğimiz tek yer okul oluyor.
Bu çocukların topluma kazandırılması, asgari meziyetler, karakter özellikleri ve bilgilerle donatılması ancak okulla oluyor.
Tıpkı pırıl pırıl haliyle evine gittiğinde eski haline dönüp okula gelen ve anıda bahsi geçen kız öğrencimiz gibi yanlışlıkların kucağına doğmuş ve orada büyütülmüş bir çocuğun nazarlarını iyiye, doğruya çevirmenin yegane yeri okul.
Okulda da ruhuna işlenemeyen çocuk, ailesinden devraldığı mirası yaşatmaya devam ediyor. Bu da bizi hep o arzu ettiğimiz toplumun uzağına savuruyor.
Akademik başarıyı ilahlaştırmadan, müfredat tanrısına biat etmeden önce, hepsinden önce tanıyabilmemiz, çok iyi tanıyabilmemiz şart bu çocukları. Çünkü toplumdaki değişimin tohumları burada.
Altlarda.
Tıpkı bir başka öğretmen temalı “Bozkırdaki Çekirdek” kitabını yazan Kemal Tahir’in anlatmak istedikleri gibi:
"Biz, altın yerine, Bozkır'daki cevheri arıyoruz! Altından bin kat değerli, insan cevherini..."