Kerem Gürel
Vicdanın Zorbalığa Karşı Mücadelesi
Dünya tarihi hemen her zaman gücü ele geçiren muktedirlerin kaleminden damlayan mürekkepler ile yazılmış, resmi anlatılar ve ideolojik hikayeler bu doğrultuda halkın kulağına fısıldanmıştır. Gücü ele geçirenlerin kimi zaman bu gücün damarlarına sirayet etmesiyle başlayan bir zehirlenme süreci yaşadıklarına dair pek çok örneği dünya tarihinin küf tutmuş tozlu sayfalarında ziyadesiyle bulabiliriz. Firavunca bir arzu ile kendilerini tanrı ilan edenlerden milyonlarca insanı açlığa ya da gaz odalarına mahkum edenlere…
Ve hemen hepsinin ilk ele geçirdikleri asa, totalitarizm olmuştur. Ancak totalitarizm çimentosuyla inşa edilen barajın gerisinde biriken muazzam güç, kendisini perdeleyen beton duvarın muhkem yapısında çatlaklar oluşturur zamanla. Bazen bir Musa çıkar bazen de bir Köroğlu. Ve insanlara ilham olur. Böylece darbelere dayanamayan o anlamsız duvar baskı altında tuttuğu insan yığınlarının altında silinip gider. August Landmesser’dir mesela o ilham kaynağı. 1936’da Hamburg’da savaş gemisinin tanıtımının başlangıcında Nazi selamı vermeyen tek insan olarak çıkar karşımıza. Ya da Molla rejiminin katı dayatmalarına karşı tüm dünyanın gözü önünde direnen Ahoo Daryaei olarak.
•••
Mezhep savaşlarının kan deryaları yarattığı Avrupa tarihinde düşünce özgürlüğü ve hoşgörü için mücadele eden benzer bir kahramanla karşılaşırız. Stefan Zweig’in “Vicdan Zorbalığa Karşı Ya Da Castellio Calvin’e” kitabı sayesinde tanıdığımız Sebastin Castellio’dur o. Onun mücadelesi bir mektubunda yazdığı “Sivrisinek file karşı” ifadesiyle özetlenebilir aslında. Zira karşısında hemen her zaman olduğu gibi insanlar üzerinde tahakküm kurmak için dini kullanan ve dinin esaslarını kendi dar dünyasına göre organize eden, yorumlayan bir bağnaz vardır: Jean Calvin.
Kendisi de Naziler’in yarattığı baskıcı ve totaliter bir dünyada yaşamak zorunda kalan Stefan Zweig bolca alıntı yapacağımız Castellio-Calvin mücadelesini anlatan kitabında katı ideolojilerin insanların yaşamını nasıl karartabileceğini net bir şekilde anlatmaktadır. Zweig’e göre özgürlük ile otorite arasındaki sınır her zaman gereklidir. Hiçbir çağ, hiçbir halk bundan kaçamaz. Çünkü otoriteden yoksun bir özgürlük kaosa, özgürlükten yoksun bir otorite ise tiranlığa dönüşecektir. Ancak özgürlüğün arzusuna karşıt olarak insanoğlu Tacitus’un tarihe kazınan o sözündeki gibi (ruere in servitium) gönüllü köleliğe koşar. Uzunca bir alıntıyla Zweig’in bu duruma getirdiği açıklamayı sunalım:
“Gerçekten de, geniş bir kitle, insanı tüketen çeşitli sorunların verdiği yorgunluk, hayatın karmaşıklığı ve kişiye yüklediği sorumluluklar karşısında dünyanın, her şeyi kapsayacak biçimde her tür düşünme mesaisini nihai olarak tümüyle üzerinden alacak bir düzenle mekanikleşmesini özler. Var olmanın yüklediği sorunlardan kurtulmayı sağlayacak bir Mesih'e yönelik özlem, toplumsal ve dinsel peygamberlerin yolunu açan mayanın özünü oluşturur. Bir nesil, ideallerini, ateşini ve renklerini yitirdiği anda, ortaya etkileyici bir adamın çıkması, kendisinin, sadece kendisinin, yeni bir formül bulduğunu ya da yarattığını buyurgan bir biçimde açıklaması daima yeterli olur; binlerce kişinin güveni hemen o anda bu sözüm ona halk kurtarıcısına doğru akar…Milyonlar büyülenmişçesine, teslim olmaya, aşka gelmeye, hatta baskı altına alınmaya bile razıdır ve bu türden vaazlar veren ve vaatlerde bulunan kişiler, ne kadar çok şey talep ederlerse, onun o denli kulu kölesi olurlar. Onun daha kolay yönetebilmesi uğruna, düne kadar en büyük mutlulukları olan özgürlüklerinden kendi rızalarıyla vazgeçerler; birlik duygusunun verdiği ateşli sarhoşluk içinde kendiliklerinden köleliğe koşarlar ve kendilerini döven kırbaca övgüler düzenler.”
•••
16.yüzyıl Cenevresinde Jean Calvin’in yaptığı tam olarak budur aslında. Katolik-Protestan savaşlarının Avrupa’yı kan gölüne çevirdiği bir zamanda mezhep baskısı nedeniyle ülkesi Fransa’dan kaçan Calvin, Protestanlığın giderek parçalandığını görerek bir toparlama arzusu ile Institutio Religionis Christianae’yi (Hristiyan Dinin Bağlayıcı İlkeleri) kaleme almıştır. Bu kitap Zweig’e göre tarihin akışını belirleyen ve abartmaksızın, Avrupa’nın çehresini değiştiren ilk on ya da yirmi kitaptan biridir. Kitapla beraber kural tanımazlık doğmaya, özgürlük diktaya, ruhsal coşku da katı bir dinsel norma dönüşmüştür.
Cenevre’de sıradan bir kilise vaizi olarak göreve başlayan Calvin, asla bu kadarı ile yetinmemiş mengenelerle kurduğu katı ve dar dünya görüşünü yavaş yavaş bu Avrupa’nın zamanına göre ileri sayılabilecek toplumuna enjekte etmeye başlamıştır. Ve bunu tıpkı iki asır sonra memleketi Fransa’da uygulamaya koyan Robespierre gibi kan akıtarak yapmaya başlar. Cenevre artık terör sopası ile hizaya getiriliyordur.
Başı dik ve vicdanını temiz olarak dolaşmaya asla hakkı olmayan insan sürekli yetersizlik ve eziklik duygusu içerisinde boynu eğik dolaşmalı ve duyguları meşgul eden, duyguları yumuşatan her şeyden kaçınmalıdır. Resim, sanat, müzik, heykel hepsi insanı bu katı dinsel havadan uzaklaştırdığı için zaman içerisinde Cenevre’den kovulur. Şenlikler, kutlamalar, Paskalya ve Noel bayramları yasaklanır. Tüm bunlardan sonra Cenevre halkına Zweig’in ifadesiyle sadece ölmek, çalışmak, itaat etmek ve kiliseye gitmek kalır. Calvin’in uyguladığı devlet terörü insanlarda histerik bir korkuya neden olur. Git gide bireyin iradesi etki altına alınmakta, herkes kendini zanlı hissettiği için diğerlerini suçlayıp yasaklara hevesle itaat etmektedir. Calvin’in uyguladığı devlet teröründe insanların suçlu veya suçsuz olması önemli değildir çünkü ona göre tek bir suçlunun tanrının mahkemesinden kaçmasındansa, masum birinin cezalandırılması tercih edilmiştir. Artık vaftiz töreni sırasında gülümsemek bile üç gün cezaya, kahvaltıda ezme yemek üç gün ekmek ve sudan mahrum bırakılmaya, dans müziği çalmak sınır dışı edilmeye sebep olmakta; buz pateni yapmak, mezara kapanarak ağlamak da suç olarak görülmektedir. Zweig’e göre Calvin’in yasaklarını bu şekilde dar ve küçük ilmeklerle örmesi herkesin kendini her an suçlu hissetmesine ve her şeye gücü yeten otorite karşısında sürekli bir korku duymasına neden olmuştur. Yaratılan bu baskıcı ve korku dolu ortamın havası birkaç asır devam edecek, Cenevre bu süreçte dünyaca ünlü bir sanatçı, bir ressam ya da bir yazar yetiştiremeyecektir.
•••
İnsanların sokaklardan çekilip evlerine sığındığı böylesi bir korku ikliminde, devletin yarattığı baskı yüzünden nefes alamayan, boğazına basılanların sesi olacak birine ihtiyacı olur her zaman. Calvin’in yarattığı bu katı dünyada da Sebastian Castellio’nun cılız sesi duyulmaya başlar. Farklı düşünce ve inanışları yüzünden insanların işkence görmesine, ayrımcılığa uğramasına karşı çıkar bu hümanist din adamı. Aynı şehirde Calvin ile Castellio iki farklı dünyayı temsil etmektedir. Calvin korkunun, katı disiplinin ve bağnazlığın temsilcisi iken Castellio özgürlüğü ve hoşgörüyü temsil etmektedir.
Tabii ki gücü elinde bulunduran Calvin uygulamalarına karşı çıkan bu hümanist din adamını susturmak için elinden geleni yapmaya başlar. Ancak asıl gerilim bir başka din adamının sırf farklı görüş ve yorumları yüzünden Cenevre meydanında yakılması ile başlar. Avrupa’da kan dolaşımını doğru şekilde inceleyen ilk bilim adamı olarak tarihe kazınan, aynı zamanda ilahiyatçı da olan Miguel Serveto’dur bu kurban. İsa’nın hiçbir tanrısal konumu olmadığını savunduğu için kitaplarıyla birlikte 27 Ekim 1553’te kırk iki yaşında yakılarak kurban edilir Serveto. Onun ölümü Calvin’in yarattığı zulmün doruk noktasıdır.
•••
“İnsancıl tabiata sahip kişiler erken pes ederler ve bu suretle şiddet uygulayanların oyunlarını kolaylaştırırlar.” der Zweig. İşte Serveto cinayetiyle birlikte sesini daha yüksek çıkarmaya başlar Castellio.
“Sapkınlar takibata uğratılarak tümüyle manevi nitelikte bir suçun bedelini hayatlarıyla ödemek suretiyle cezalandırılabilirler mi?” diye sorar ve hemen peşinden ekler: “Sapkın nedir, kime sapkın denir? Haksız duruma düşmeksizin onları kim böyle adlandırabilir.”
Cevabı yine kendisi verir:
"Sapkın diye nitelenen herkesin sapkın olduğuna inanmıyorum... Bu niteleme günümüzde o kadar hakaret içerir niteliktedir ki, o kadar ürkütücü, o kadar aşağılayıcı ve korkunç bir hale gelmiştir ki, birileri şahsi düşmanını ortadan kaldırmak isteyecek olsa bunun en kolay yolu onu sapkınlıkla suçlamak oluyor. Çünkü insanlar bu 'sapkın' kelimesinden, sadece adından bile öylesine büyük bir korkuya kapılıyor ki, işitir işitmez kulaklarını tıkıyor; sadece ona değil, lehine bir söz söylemeye cesaret eden biri olsa ona da gözü kapalı zulmediyorlar.”
Castellio’nun yaklaşık beş asır önce ortaya koyduğu bu tespit zaman içerisinde defalarca doğrulamıştır kendini. Hemen her totaliter rejim kendine düşman yaratıp onu sapkınlıkla suçlamanın konforunda; baskının, zorbalığın ve terörün taşlarıyla ördüğü duvarın ardında üzerinde tepindiği toplumu arzu ettiği kalıba sokmaya çalışmıştır. Günümüzde giderek yaygınlaşan popülizm rüzgarı da bu yöntemi sıkça kullanmakta, Goebbels’in mirasçıları korkuyla sindirdiği insanları sahte özgürlük sanrılarıyla kolayca yönlendirebilmektedir.
•••
Kullanılan teknoloji ve araçlar ne kadar gelişirse gelişsin, insanoğlunun doğası bu değişimi yakalamakta her zaman zorlanıyor ve kolay değişmeyen doğasının bir gereği olarak tekerrür eden bir tarih yazmakta inat ediyor.
Yazıyı Zweig’in ilgili kitabındaki şu ibretlik satırlarla bitirelim:“Hakikatler yaygınlaştırılabilir ama dayatılamaz. Bağırmakla, çağırmakla hiçbir öğreti daha doğru, hiçbir hakikat daha hakiki olmaz; hiçbiri şiddet içeren propagandalarla, yapay olarak bireysel alanlara sızamaz. Özellikle de samimi fikirleri uğruna direnen insanlara zulmetmekle hiçbir öğreti, hiçbir ideoloji asla daha fazla gerçeklik kazanamaz.”