Nasıl bir yolculuk istersiniz? Teknolojinin iktidara yansımaları

Okuduğunuz kitaplarda sizi en çok etkileyen giriş cümlesi hangisidir hiç düşündünüz mü? Kafka’nın kült bir eser haline gelen Dönüşüm’ü mesela, pek çoğumuzun aşina olduğu o cümle ile başlar: “Gregor Samsa bir sabah huzursuz düşlerinden uyandığında kendini yatağında kocaman bir böceğe dönüşmüş buldu.”

Acı bir sonla biten Anna Karenina’nın şu başlangıç cümlesi yaşanacaklar hakkında tüyolar veriyordur okuyucuya: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine özgüdür.”

Peki Amerikan edebiyatının en güçlü yazarlarından olan John Steinbeck’in şu cümlesi: "Son yağmurlar, Oklahoma'nın kırmızı ve gri topraklarının bir bölümüne sessiz sedasız, topraktaki yarıkları daha fazla derinleştirmeden geldi."

Edebiyat tarihi bunun gibi benzersiz nice güzellikler barındırıyor olsa da benim için Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi kitabına yazdığı şu giriş cümlesi hâlâ ilk sıradaki yerini koruyor:

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana – sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, ki¬mi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece ‘daha’ sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi.”

Dickens bu romanında Fransız Devrimi’nin etkilerini iki şehir, Paris ve Londra’nın penceresinden anlatır. Ancak Viktorya Dönemi’nin en büyük yazarlarından biri olan Dickens’ın bu cümlesi çoklukla kendine konu edindiği bir başka dönemi “Sanayi Devrimi”ni anlatıyordur adeta.

k.jpeg

Şu an sahip olduğumuz pek çok maddi refahın temellerinin atıldığı, insanlık tarihinin en sancılı dönemidir Sanayi Devrimi. Geriye dönüp bakma alışkanlığımız pek olmadığı için bu devrimin doğduğu topraklarda, Manchester ya da Londra’da insanlığı nasıl zor bir sınavdan geçirdiğini bilmeyiz pek. Oysa bugünün rahat ve konforunu biraz kazıdığınızda oldukça acı tablolarla karşılaşabilirsiniz. İnsanın ve emeğinin rahatça sermaye sahipleri tarafından sömürüldüğü bu dönem tıpkı yukarıda değinilen Dickens alıntısı gibi zıtlıklar içeren bir dönemdir. Ekonomideki büyüme ve sanayileşmenin verdiği haz alt kamaradakilerin çığlıklarına karşı kulakların tıkanmasına neden oluyordur çoğunca. İnsanlar hazır olmadığı bir nüfusu barındırmak zorunda kalan şehirlerin ağıldan hallice konutlarında pislik içinde yaşayıp günün 12 hatta 14 saatini çalışarak geçirmek zorunda kalabiliyorlardır. Friedrich Engels o dönemi ve şartları şu sözlerle özetler:

“Feodal kölelikten zar zor kurtulmuş olan işçinin, alelade bir malzeme veya taşınır mal gibi kullanılabilir hale gelmesi, anca endüstri çağında mümkün olmuştur. Baska kimseye reva görülmeyen koşullardaki meskenlerde sıkışmış olarak yaşamaya mecbur bırakılmıştır, hem de güç bela kazandığı paralar bu yıkık dökük evlerde barınabilmek için heba ederek. İmalat endüstrisi, bu işçiler olmasa sürdürülemeyecek olan bu sefaleti ve köleliği yaratmayı başarmıştır.”

Engels bir başka yerde yol arkadaşı Karl Marx ile dünya tarihini özetleyen şu ifadeyi kullanır: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir"

Ekonomist Daron Acemoğlu Simon Johnson ile ortak kaleme aldığı son kitabı “İktidar ve Teknoloji -Bin Yıllık Mücadele-” de ilerlemenin itici gücü sayılan teknolojiyi tarihsel süreç içerisinde ele alıp, bu gücün nasıl bir zümre tarafından ele geçirilip geriye kalanlar üzerinde tahakküm kurmak için kullanılan bir silaha dönüştüğünü anlatıyor.

whatsapp-image-2024-08-10-at-12-23-00.jpeg

Bugün teknolojinin nimetlerini bir filin hortumuyla su çekmesi gibi hemen alıp benimsiyoruz. Akıllı telefonlarla birlikte artık daha da kişisel hale getirilen teknoloji, sosyal medya ile Guy Debord’un “Gösteri Toplumu”na ya da Byung-Chul Han’ın “Şeffaflık Toplumu”na dönüştü. Teknoloji sosuna bandırılmış yapay lezzetler olarak Instagram, Facebook, TikTok ve türevleri halk için bir afyon görevi görmenin ötesinde direksiyonun başında gelişmeye yön veren tekno elitlerin eline de inanılmaz bir güç veriyor. Ve dünya Acemoğlu ve Jonhson’ın kitaplarında vurguladıkları üzere iki sınıflı bir yapıya doğru ilerliyor.

Instagram’ın neden kapalı kaldığını tartıştığımız bugünlerde şafakta yapay zekâ ve insansı robotların gölgesinde yeni bir gün doğuyor. Tarih boyunca yönetenler-yönetilenler, ezenler-ezilenler çizgisinden hemen hiç şaşmayan bir dünyanın yarını için haklı olarak şu soruyu soruyor Acemoğlu ve Johnson: “Tüm bunlar bizi teknoloji konusunda belki de en önemli konuya getiriyor: tercihler. Kolektif bilgimizi kullanarak üretimi artırmanın çok çeşitli yolları vardır. İnovasyonların yönünü belirleme konusundaki seçeneklerimiz ise daha bile fazladır. Örnegin dijital aletleri çalışanları gözetlemek için mi kullanacağız? Otomasyon için mi? Yoksa çalışanlar için yeni üretken görevler yaratıp daha çok yetki vermek için mi? Peki gelecekteki ilerlemeler için çabalarımızı hangi alanlara yoğunlaştıracağız?”

İkiliye göre bu konuda toplumun birlikte karar alması gerekir, ancak teoride böyle olsa da uygulamada girişimciler, yöneticiler, vizyonerler ve siyasi liderler gelişmeye yön verirler. Ve bize içinde yaşadığımız dünyanın mümkün dünyaların en iyisi olduğu inancı aşılanır. Peki ya cidden öyle midir? Bugün insanoğlu için en ideal olan yönde mi ilerliyoruz. Günümüz dünyası tarihin normal akışı içerisinde kendiliğinden gelişen şartlara göre mi şekillendi? Ekranlara olan yapışıklığımız, sosyal medyasız kalamayışımız, göğsünde pahallı bir markanın logosunu taşıyan bir tişört giydiğimizde kendimizi daha özel hissedişimiz, ayağında yırtığına iki dikiş atılmış çorap gördüğümüz bir kişiyi fakir ya da cimri olarak algılayışımız doğamıza ne kadar uygun? (Çorap demişken yüzyıl önce yamalı veya söküğü dikilmiş çorap giymek yadırganmazken bugün böyle bir manzarayı biraz da tiksinti ile karşılıyor oluşumuz tüketim toplumunun zihinlerimize işlediği “tek taş olmadan evlilik teklifi olmaz” inancının yapaylığı ile yarışır benim gözümde)

Kullandığı eşyalar ve çevresindeki metalar değişse bile insanın özü değişmiyor mu yoksa? İnsanoğlu hep ezenler ve ezilenler çizgisinde mi ilerliyor? Bin yıl önce toprak, yüzyıl önce makine egemenlerin elindeki en büyük güç iken bugünün elitleri için bu güç teknoloji haline dönüşmüş olabilir mi? Mümkün dünyaların en iyisi saydırılan günümüz dünyası onların zevkine göre döşediği bir oturma odası kıvamında? Peki bankta oturup simidini yiyen emekli amca, ev kirasına ne kadar zam yapılacağını bilememenin kaygısı ile dertlenen mavi yakalı, aylık performansı tutturamadığı için telaşlanan beyaz yakalı plaza çalışanı… biz bu oyunun neresindeyiz? Nereye kadar geçiyor hükmümüz?

Ya da var mı bir hükmümüz?

“Teknoloji tiranların tarafını tutar” diyor Yuval Noah Harari. Tabii ki yalnızca teknoloji değil, halk üzerinde tahakküm kuracak tüm enstrümanlar sessiz kalan yığınların karşısında her zaman tiranların tarafını tutar. Nasılsanız öyle yönetilirsiniz aforizmasındaki gibi insanların sahip çıkmadıkları hakları her daim birileri tarafından gasp edilmiştir. Sanayi Devrimi’nin ilk yılları yaşanan rezilliklere karşı işçilerin örgütlenmesi olmasa sermaye sahiplerinin yahut siyasilerin kolay kolay böyle bir derdin peşine düşmeyecekleri gayet doğaldır ki düşünülebilir. Bugünün dünyası da tıpkı kara dumanların fabrika bacalarından etrafa yayıldığı o sancılı günlerde yaşananlar gibi yapay zekâ ve türev teknolojilerin gölgesinde daha önce sınırları çizilen yolda ilerliyor. Ve milyarlarca insan elinde tuttuğu ekrandan akıp giden görüntülerin yarattığı esrime halinde kasabın bıçağını yalayan bir koyun edasıyla yarının daha iyi olacağı umuduna sarılıyor. Oysa dün olduğu gibi bugün ve dikkat edilmez ise yarın da bizim için değil daima dar bir kesim için iyi olana doğru çizilen bir eksende yolumuza devam etmek durumunda kalacağız. İşte bu noktada Acemoğlu ve Simons’ın titizlikle ortaya koyduğu kitap neler yapılabileceğine dair önemli ipuçları barındırıyor. Bu açıdan okunması ve değerlendirilmesi gereken bir eser.

Hayat çağıldayarak akan bir ırmağın akışı gibi kendi doğal çizgisinde ilerlemez genelde. O daha çok bir motorlu araç gibi direksiyona geçenlerin çizdiği rotada ilerler. Direksiyona kimin geçeceğini belirleyen güç zamanın şartlarına göre değişir. Bugün için bu güç teknolojidir. Halkın bilinçlenip iradesini ve talebini ortaya koyabildiği toplumlarda direksiyondakiler arkadan gelen çığlıklara, isyanlara, taleplere uzun süre kulak tıkayamazlar. Ve ön koltuklarla arka koltukların rahatlığı arasındaki farkın azaldığı bir otobüste yoluna devam eder insanlar. Ancak halkın kaderine razı olduğu susmuş, susturulmuş toplumlarda binilen araç bir anda amele kamyonuna dönüşür. Arka taraftakiler emeklerinin sömürüleceği yere, nereye gittiklerini bilmeden taşınmaktadırlar. Tarih boyunca pek çok örneği olduğu gibi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi