Aytuna Tosunoglu
SİS DAĞILINCA
Ayağını sağlam bir çıkıntıya dayayarak adım atma çabası içindeydi. Hemen solunda yaklaşık üç yüz metre derinliğinde bir yar, sağında neredeyse bir duvar dikliğinde ve kaygan kayalar yer alıyor. Arada bir bıçak keskinliğinde kaya katmanları… Ne kendisinin ne de beraberindeki üç kişinin kıyafeti kesinlikle bu iş için uygun değil. Ayakkabısının burun kısmı açılmaya yüz tutmuş. Kaya üzerinde yanlamasına adım atmaya çalışırken baş parmağının acısını duymuyor. Arada, onunla bu yolculuğa çıkanları yüreklendirmek için bir-iki cümle kursa da nefes nefese kalmış.
Yukarıya doğru tırmandıkça oksijen miktarı giderek düştü. Ciğerlere çekecek yeteri kadar hava olmadığı hissi… Yeteri kadar oksijen yoksa, yorgunluk artar. Vücudun yakıtı kesiliyor, çünkü. Kaya çıkıntılarına tutunarak, basarak bir saatte birkaç metre yol alıyorlar. Uygun ekipman ve kıyafet olmadığı için bir hayli tehlikeli bir tırmanış, bu.
Tarih, 23 Haziran 1802. Yaklaşık 6400 metre yüksekliğe varan And Dağları’nda bir yerde, kimsenin ayak basmadığı, sönmüş bir yanardağa, Chimborazo’ya ulaşmaya çalışıyorlar. Çünkü o zamanlar bu yanardağın dünyadaki en yüksek dağ olduğuna inanılıyor.
Neredeyse donma tehlikesi geçirecek bu ekibin başındaki adamın adı Alexander von Humboldt. Henüz otuz iki yaşında. Bilimsel gözlem denen deryaya kafayı fena halde takmış olan bu adam her ilerleyişinde yeni bir şey görüyor, küçük defterini çıkartıyor, gördüğünün küçük bir resmini çiziyor, yanına notlarını alıyor. Parmakları giderek uyuştuğu için kalemi tutması giderek daha zorlaşıyor. O parmaklarla araç gereçlerini koyduğu ve beline bağladığı çantasından gereçlerini el yordamıyla arıyor, onları yükseklik, yer çekimi ve nemi ölçmek için dar çıkıntıların üzerine tehlikeli bir şekilde kuruyor. Ölçülen her şeyi ama her şeyi not defterine kaydediyor.
5400 metre yükseklikte iri bir kaya parçasına yapışmış son bir küçücük yosun parçası gördü. Not etti. Bu noktadan itibaren organik yaşamın tüm işaretleri ortadan kayboldu. Çünkü bu yükseklikte herhangi bir bitki veya böcek yaşamaz. Humboldt’un daha önceki tırmanışlarında “Belki ölür de yeriz” diye eşlik eden akbabalar bile 5400 metre sonrasına çıkmıyor. Bunu da not etti.
Sis etrafı kaplayıp burnunun ucunu bile göremeyecek hale gelince tüm dünyanın dışına itilmiş gibi hissediyor, Humboldt. Aynı anda da kapana kısılmış gibi… Birdenbire sis geçti, önlerinde masmavi bir gökyüzü ve Chimborazo’nun karlı zirvesi beliriverdi. Zirveye sadece 304 metre kalmış. Humboldt bulunduğu noktadan aşağıya doğru, geride kalan sisin de ötesinde dağ sıralarına ve uçsuz bucaksız görünen dünyaya baktı, farklı algıladı onu. “(…) dünyayı anlama yolumuzu etkileyen cesur, yeni bir doğa vizyonunu tasavvur ederek yeryüzünü her şeyin birbirine bağlı olduğu büyük, yaşayan bir organizma” olarak gördü.
Milattan önce altıncı yüzyılda Pisagor’un uyumlu bir dünya/evren önermek için kullandığı “kozmos” kelimesini Humboldt, çeşitli bilimsel tez ve kültür dallarını birleştirmeye çalıştığı Kozmos adındaki kitap serisinde kullandı (Aslında birkaç cilt halinde kitap olması sonradır, ilk önce 1827’de halka açık dersliklerde Kozmos’u anlatmıştır). Etkileşime giren bir varlık olarak evrenin bütünsel algılanmasını teşvik eden ilk bilim insanıdır, Alexander von Humboldt. Her şeyin birbirine bağlı olduğu, yaşayan büyük organizma…
Uzun yıllar boyunca gerçekleştirdiği seyahatleri sırasında gözlemlerine dayanarak oluşturduğu verilerle 1831 yılında insan kaynaklı iklim değişikliği fenomenini ve nedenini tanımlayan ilk kişiydi de aynı zamanda.
İyi pazarlar.