Aytuna Tosunoglu
SELOTEYP
Teknoloji her alanda öylesine gelişti ki, neler oluyor diye biraz ilgilenip takip etmeye kalksak teknoloji deryasının içinde boğulabilirsiniz. Çok değil, 30 yıl öncesinin film yapım aşamalarını irdelesek ortaya insan zekasının “az zamanda büyük işler başardığı” gerçeği çıkıyor. Sinema sanatı bu teknolojik gelişmelere uzak mı durmalıydı? Kesinlikle hayır. Bunu böyle söylüyorum ama gözümün önüne “digital” olmayan, 3D programlarıyla yapılmayan, hepsi tek tek elde işlenmiş “Kuşlar” filminin kuşları geliyor ve kendimi onlara karşı ihanette bulunuyormuşum gibi hissediyorum. Ne kadar da masummuş, o cani kuşlar…
Bana kalırsa günümüz sineması teknolojik gelişmeleri köküne kadar emerek, bir zamanların ağızdan ağıza dolaşan ve her dolaştığında kurgusuna bir imkânsız eklenen efsanelere benziyor. İnsanların hala imkansızı başaran kahramanları içinde barındıran filmlere, öykülere ihtiyacı var. Başka türlü “Matrix”in baş kahramanının kurşun hızına eşit bir hızla hareket etmesini, duvarda yürüyebilmesini açıklayabilir miyiz? Özel efekt sinema sektöründe yoğun olarak kullanılıyor. Normal yollarla yaratılması mümkün olmayan veya çok riskli olan olayları yaratma yoludur, özel efekt dediğimiz. Birinci “Matrix” filmini örnek olarak almamdaki sebep, özel efekt bağlamına yeni boyut katan ilk film olmasındandır.
Ben henüz kurgu sırasında kareler üzerinde “renk düzeltme” yapma “özgürlüğümü” içime sindirememişken, 90’lı yılların Bond filmlerinin Görsel Efekt Koordinatörü Mara Bryan’ın bir söyleşisinde belirttiği; “Bilgisayar ortamının parayı daha akıllıca kullanmak anlamına geldiğini biliyoruz. Aynı zamanda, biz bir sahnede hoşa gitmeyen bir nesneyi çıkartabiliriz veya istenen bir şeyi ekleyebiliriz. Bu da yapabileceklerimizin ufkunu o kadar genişletti ki…” şeklindeki sözlerini hem heyecanlanarak hem de korkarak okumuştum. Tüm “öbür” duyguları baskı altına alması; iradeyi, tüm düşün ölçülerini ayaklar altına alıp, kişiyi yalnızca teknolojik doyuru peşinde koşturması karşısında yapabileceğim bir şey olabilir mi diye de düşünmüştüm. Artık düşünmüyorum. Çünkü teslim oldum.
90’lı yıllar kurgu tarihinde önemli bir dönüm noktası sayılıyor. O güne kadar film kurgusu kesip yapıştırarak veya video teyp teknolojisiyle yapılıyordu. Bu tekniklerden ikisinin de çok çaba gerektiren, çok özen isteyen işler olduğunu biliyorum. Sonra önemli bir değişimin öncüsü olan bir Amerikan şirketi çıkıyor ve Avid isimli bir kurgu programı geliştiriyor. Şirket 1987’de kurulmuş. Satışa çıkardıkları dünyanın ilk bilgisayar temelli, doğrusal olmayan (non linear) kurgu sistemi Media Composer ile o yıllarda belki kendileri bile bu kadar büyük bir devrimin öncüsü olacaklarını tahmin etmiyorlardı. İ.Canikligil bir makalesinde şunu söyler; “Kişisel bilgisayarlar için Apple Macintosh nasıl bir öncüyse, Avid de filmciler için benzer bir olaydı”.
Eski sistemle film kurgusu yapanlar zamanında video teyp ile kurgu yapmanın bir çeşit işkence olduğunu söylüyorlardı, biz de dinliyorduk. Her şeyde olduğu gibi sinema sanatında da sorunları aşmak için bilgisayar kullanmak düşlenen bir şeydi. Teknolojinin yaratıcısı değilsek, o arzu edilen noktaya gelmesini beklemekten başka yapacak şeyimiz yoktu…
Teknolojik değişim, hep var olan değişim sürecinin bir parçasıdır. Bu değişim sürecinde teknik yeniliklerin, ekonomik gelişmeyle toplumsal ve kurumsal değişikliklerle karşılıklı bağımlılıkları söz konusu… Günümüz soru sormayı değil, bağımlılık oluşturmayı gerektiriyor. Sanat özgürce yapılmalı derken içimizdeki o yaratma dürtüsünü bir eser meydana getirerek doyurma halini bir takım “teknolojik oyuncaklara” karşı bağımlılık yaratarak “ortaya çıkarttırmak”tan kim fayda sağlıyor?
Sinema filminde teknoloji? Evet. Ama bir yere kadar. Yoksa çok yakında sinemanın bir sanat olduğunu anlatamayacağız.