Aytuna Tosunoglu
Dişlerinin arasına sığınmacı kaçmış
Etrafımızdaki insan dokusunun değişmesinden konuşuyorduk, telefonda. Ayrı şehirlerdeydik. Sevdiğim, fikirlerine her zaman güvendiğim dostum büyük metropolde yaşamaya devam ediyordu. Bense pes edeli sekiz yıl geçmiş. Kent soylu yaşamıma yerleştiğim kasabada da sarılmış durumdaydım. Sevdiğim kitaplarım, arada içtiğim bir kadeh kırmızı şarabım, sevdiğim müziklerim, biriktirdiğim yazı konularım (ömrümün sonlu bir şey olduğunu çoktan anlamama rağmen “bir gün yazarım” gevşekliği) ve dostlarım, eski dostlarım, yeni dostlarım. Kent soylu olmak için üç nesil böyle yaşamak gerek… Varsıllık, biriktirdiğin insan sayısında ve güzel anılarda. Üç lira fazla paran varsa o da dolaşımdadır; tutmak haram benim din bildiğimde.
Telefondaki dostum, içinde lüks kafeleri ve lüks restoranları olan bir bina kompleksinden bahsediyordu. Deniz kıyısında. “Sen gittikten sonra açıldı”, dedi. Kendisi, güzergahını yıllardır değiştirmediği ve bir gelenek haline getirdiği yürüyüşünü yapıyordu. Onunla buluşmak istersen günün belli bir saatinde direkt oraya doğru yürüsen yeter! Sonra sana bir kahve bile ısmarlar. Eskiden, bina kompleksinin yerinde yeller eserken, deniz üstüne kurulmuş platformda, mütevazı masalar, yer yer tıngırdayan sandalyeler çağırırdı insanı. Denize, karşı kıyıya, martılara bakarken hepimizin ağzında aynı şiirin dizeleri, “Ey bin kocadan arta kalan el değmemiş dul!”*
Yol üzerinde, bina kompleksinin denize yakın yerinde, şık kafede dinlenirken gözünün alışmak istemediği yeni manzarayı anlatıyordu. Bana, “Her yerdeler. Burası da Dubai’ye benzedi”, dedi. “Turisttirler belki” dedim. “Propaganda yapacak kadar Türkçe öğrenmişler ama” dedi ve anlattı. Oturduğu kafenin işletmecisi genç adam ilk tur seçimden iki gün sonra erkeğin beyaz uzun elbise, kadınların siyah çarşaf giydiği bir aileye kahve servisinde bulunduktan sonra, erkeğin Türkçe konuşma sevdasından da faydalanarak, “Nasıl, memnun musunuz burada olmaktan?” gibi nazik bir ilgi cümlesi kurmuş. Cevaben ve mealen artık buralı olduklarını, hayatlarından pek mutlu olduklarını hele “reis”in kazanmasıyla mutluluklarının artacağını söylemiş. İşletmeci genç adam müşterinin memnuniyetini de önceleyerek, “Tabii iyi işler de yaptı ama şimdi sanki değişim zamanı geldi” gibilerinden konuşunca beyaz elbiseli erkek (kandura deniyor, o elbiseye) ayak nasırına basılmış gibi tepki göstermiş. Birbiri ardına, ne biçim konuşuyorsun, kimsin sen, yürü git türevi azarı müşterisinden işitince oturduğu yerde kalmış, işletmeci. Birleşik Arap Emirlikleri’nden gelip burada ev alarak vatandaşlık hakkı kazanıveren adamın kızgınlık cümlelerinin üzerine ezan okunmaya başlamaz mı! Arkasına ezanı alınca kendisini daha da güçlü hissetmiş olmalı ki, kafe işletmecisine bağırmış, “Bacaklarını kapat, ezan okunuyor!”
Telefondaki sevgili dostum son cümleyi sesi titreyerek söyledi. Sustu. Ben de susmaya devam ettim. Gözyaşlarımızı aynı anda sildik. Sanıyorum.
Sistem içindeki bir yanlışlığı ifade etmek için kollapsoloji diye bir kavram var. Türkçe’de böyle mi kullanılıyor, emin değilim. Çöküş bilimi dersem, evrenin çöküş teorisiyle karıştırılır. Kapitalizm ve uygulayıcılarının halis planlarının dişlileri arasında sıkışmış insanın bozgunu, parçalanışı karşısında -Baudrillard’ın demesi gibi- kendi kendisinin metastazı mı oluşuyor? Dubai’yi Dubai olmayan bir yere içindekilerle birlikte monte edersen sistem taşımaz. Kollapsoloji yaşanır.
Çökmek bir form değişikliğidir ve yok olmamak için kendisini yemiştir.
Sığınmacı konusu bu ülkenin depreme dayanıklı konut konusu kadar önceliklidir.
Yarın oy vermek üzere sandığa giderken aklınızda bulunsun.
*Tevfik Fikret’in “Sis” şiirinden ödünç aldım.