Aytuna Tosunoglu
ÇELİŞKİ
Mahremiyet ve bireysel özgürlük alanı dediğimiz şeyin sürekli tehdit altında olması sadece hükümetler tarafından ortaya konmuyor. Günümüz özel kişi ve kuruluşları da bir “bilgi sağlayıcı” konumdalar. Üstelik onların bu yaptıkları ihlaller pazarlama teknikleri, hızlı erişim, bilgi pazarlama, yoğun pazarlama gibi artık kuramsallaştırılmış birer paket halinde. Üstelik devletlerin kullanımı için de paketler hazırlıyorlar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta bir paradoksla yaşamaya alıştırılmamızdır. Beş-on yıl öncesine kadar, özel hayatın büyük bir kuşatma altında olduğu, korunmasının gerekliliği hakkında mahremiyete yüksek bir değer verirken, kamu yararı kapsamında kamu güvenliğine yönelik derin ilgi arasında bir çelişki söz konusuydu. Çelişki halen var, ancak çelişkiyle yaşamaya alıştırıldık. Adeta şizofreninin yanına paranoyayı katıp, paranoid şizofren oluşturmak gibi... Yani hem kötülük hem büyüklük hem etkilenme ve alınganlık hem de kuşku duymayı kastediyoruz.
Doğu tarihsel olarak, kamuya ait yaşam ile mahrem yaşam arasına kelimenin tam tanımıyla duvar örüp ayırmıştır. İkisinin birbirine karışmaması, birinin diğerini gözetlemesine de bir engeldir. Prof. Doğan Kuban’ın söylediği gibi, cami avluları en güzel ve doğal bir araya gelme yerleridir. Evlerin cepheleri kent mekanına dönük bir gösteri öğesi değildir. Bu tavır İslam’a özgü bir alçakgönüllülüğü işaret etmekle birlikte aynı zamanda güvenlikle de ilgilidir. Mahremiyet içerdedir, gözlerden uzaktadır. Bu durum tarihsel ortak bir olguya işaret eder. Milattan önce beşinci yüzyıldan İsa’nın doğumuna kadarki sürede, antik Yunan kentlerinde yaşamın acımasız gerçekleri karşısında açık, konuşan, tartışan, beden dilini de kullanarak kendisini ifade eden insanlar kamusal alanları dolduruyordu. Etrafı, psişik yapısını sürekli uyaran tanrı heykelleri, sürekli tiyatro gösterileri, kapısı açık bir parlamento binası, duvarla çevrili olmayan mahkeme salonları ile doluydu. Kamusal yaşamı ile mahrem yaşamı arasında bir denge vardı, o zaman. Sennett’in dediği gibi, insanların tutkunun bir türünü beslediği kişi dışı bir alan ile, tutkunun başka bir türünü beslediği kişisel alan arasındaki dengedir, bu. Bir karakter, yaşam boyu edinilen deneyimlerden doğmayıp, bu deneyimlerde ifade ediliyordu. Doğaya ait ve insanda yansıyan...
Kendi kendine rehberlik edebildiği, yönlendirme yapabildiği hikâye anlatımının (sanal gerçeklik) içine çekilmiş insan için doğa, insanda yansıma özelliğini çoktan yitirdi. Hatta geriye dönüp ona bakacak ve çıkarımda bulunacak bir düzlem dahi bırakmayacaktır, fikrimizce.
“Parçalı mekânlar”a çekilen insanları, alışveriş alışkanlıklarından davranış silsilesi çıkartılacak bilgisayar yazılımları yaparak kontrol edebilen, iletişim ağlarını denetleme kanunlarını istediği gibi meclisten geçirebilen bir dünya yönetimi karşısındayız. Kanunlarla başaramayacağını anladığında ise bir korsan gibi davranıp “arka kapı”dan girerek amacına ulaşıyor. Otoriteden saklanabilecek hiçbir sır kalmamıştır. Konu bir sırrın varlığı ve onun saklanmasından ibaret değildir. Artık bunu bir gerçeklik olarak alıp, kaygı duymak yerine yeni bir şeyler söylemek lazım. Örneğin şu cümleler yeni bir tartışmanın temelini oluşturabilecek kavrayışta mıdır? Gerçekleştiği an ortadan kaybolmaya başlayan bir gerçeklik evreni içine çekiliyoruz. Oysa hiçbir şey, hiçbir canlı herhangi bir gerçeklik ilkesi ya da dayatmaya boyun eğmez. Dünyaya bütünsel bir görünüm kazandırmaya çalışmak içini boşaltmaktan başka bir şey değildir. Gidişat kamu yararına denetlenemediği için de durumumuz iyi değildir. Hem de hiç…
------------------
İlk basım: İzmir, 8 Aralık 2019.
Güncelleme: İzmir, 13 Ekim 2022.