Aytuna Tosunoglu
BİR DOĞA OLAYI SOSYAL CİNAYETE DÖNÜŞÜR MÜ?
Başlıkta yüksek sesle sorduğumuz sorunun cevabını yine yüksek sesle verelim: Evet! Sosyal cinayete dönüşür. Yer mega güçle sallanır. Toprak yapısını, içinde yer alan organizmalardan tutun ova, tepe, dağ, dere, kıyı şeridi demeden değiştirir, bu sallantı. Oyunu yeniden kurmak için doğa silkelenir.
Apartmanlar, kamu binaları, alış-veriş merkezleri vs. doğanın umurunda olmaz. Kimin umurunda olmak gerekir?
Beton, demir, cam, çerçeve, panel, çelik, boru kimin icadıysa, kimin kullanımındaysa, kimin onayındaysa onun umurunda ve sorumluluğundadır.
İnsanın sorumluluğunda…
Depremin nerede olacağı konusunda bilim haber verirken, geçtiğimiz yirmi yıl boyunca cebini, koltuğunu, hırsını önemseyen iktidar sahiplerinin kulaklarının üzerine oturması sosyal cinayetin planlayıcıları arasında yer alması demektir. Suçludurlar. Depremde yıkılan binalar altında can vermek istemiyorsak tüm sorumluları kademe kademe ortaya çıkartacak sivil toplum kuruluşlarını desteklemek, organize olmak, sesimizi çıkartmak zorundayız. Bu ülkenin bir ve tek bir önceliği vardır: Depremde yıkılmayacak – hasar almayacak demiyorum – yıkılmayacak bina yapımı ve denetimi konusunda gerekeni ortaya koymak. Üzerine düşeni yapacak bir hükümeti iktidara getirmek zorundayız.
Bütün bütçe planlamaları deprem merkezli olmalıdır. İktidarın şeffaf, kontrol edilebilir olmasında ısrarcı olmalıyız. Yoksa, iki ay önce yaşadığımız tecrübe göstermiştir ki, yıkılan binalar altında yapayalnızız. Yıkıntı altında kalanlarımızı kurtarmaya çalışırken de yapayalnızız.
Soğukta üstünde pijamayla, ayaklar çıplak kaldırım kenarında iki gün otururken de yapayalnızız. Yıkıntı altından çıkan cenazeyi motosiklet üzerinde, kucağında taşırken de yalnızız. Çarşaf ya da örtü neyse, sarmaladığımız cenazenin yol kenarında, kaldırım üstünde bir araç bekleyişi, acıklı bekleyişi kadar yapayalnızız. Suçludurlar; bunları yaşattıkları için. Olası kast suçu işlenmiştir.
İnsanları çürük binalarda çalışmaya zorladıkları için de suçludurlar. Ve sorunu giderecek adım hala atılmamıştır. Cehennem tarifini kutsal kitaplarda aramak yerine, henüz beş-altı yıl önce yapılmış bir apartmanın depremi yaşadığı anın biraz sonrasına bakınız. İkiz apartman ikiye ayrılmıştır. Ayrılırken merdivenler ve asansör geçiş kanalı çöker. Apartmandan çıkış güzergâhı kapanmış olur. Kat kat daireler hasarlı ama ayaktadır, içinde insanlarla. O insanlar, her biri bir katta, her biri bir camda depremin olduğu sabah dört sularından öğlen saat bir buçuğa kadar, tam dokuz buçuk saat çığlık çığlığa yardım isterler. Binadan çıkabilmek, aşağı inebilmek için. Dokuz buçuk saat süreyle cehennemi yaşamak… Saat bir buçuk gibi ikinci deprem olur. Bina, içinde çığlık atanlarla birlikte çöker. Ardında derin bir sessizlik bırakarak.
Bir vinç!
Bir vinç gelseydi, hepsi kurtarılabilirdi. Dokuz buçuk saat süre vardı.Birbiri ardına yaşanmış iki deprem bir ülkenin sonunu getirir mi… Ekonomisi kötü bir fıkra konusu gibiyse, gelir dağılımı asla eşit değilse, doğa olaylarının sonu hep bir sosyal cinayetle bitiyorsa… O son gelir. Çocuk istemek, aile kurmak, torun sahibi olmak istiyorsak şimdiden sonra daha akıllı, bilgili ve kendimizle sınırlı tuttuğumuz gelecek planlamasının da önüne geçecek şekilde birlikte durmak ve ısrarcı olmak zorundayız. Bunu isimsiz mezarların, ölen çocukların, inşaat molozu içine işlemiş ve bir damperli kamyonun sırtında dökülmüş insanların hatıraları için yapmak zorundayız. Biz halkız. İnsan onuruna yakışır bir hayat istiyoruz. Canımıza kast edenlerle işimiz olmamalı… Bu yazıyı kaleme alırken, deprem bölgesinde 2 milyon 650 bin insan çadırda yaşıyor. Ama nasıl yaşıyor…