Aytuna Tosunoglu
ANLATMAK, AMA NASIL?
Bizim yaşamadığımız, başkalarının yaşadığı hayatların içine bakmak… Bir insanın hayatını nasıl yaşadığını, onun yaşamını şekillendiren durakları görmek… Bizim hissettiklerimizden farklı olmayabileceğini hiç düşündünüz mü? Yani, bir insana nüfuz etmekle kendimize dair bir şeyler öğrenmek mümkün olabilir. Sonlanmış bir hayatın içindeki mücadele bizim mücadelemizi anlatıyordur, belki de.
Tarihin ve edebiyatın bir koludur, biyografi. Resmi tarih anlayışı birtakım duraklara ihtiyaç duyar. Bir çağ biter, örneğin… Başka bir çağın gelişi seçilmiş bir olay üzerinden anlatılır. Oysa kişisel tarih yani biyografi sokaktaki yaşama, çevreye, o günün politik ve ekonomik koşullarına, dinin yaşam içindeki yerine bakma imkânı sunar. Resmi tarihin anlatmadıklarını kişisel tarih yazılarında görmek mümkündür. Dolayısıyla hayat yolculuğumuzun benzerliği bir reçete görevi bile görebilir. Üstelik, yaratıcılığımızı tetikler, biliyor musunuz…
Ne acıdır ki, bizde hala kör ölüyor ve badem gözlü olmaya devam ediyor. Biyografik eserlerin çoğunda sanki 19’uncu yüzyıl İngiltere’sindeymişiz gibi, hayatlar ince ve “rahatsız edici” detaylar ayıklanmış olarak karşımıza çıkıyor. Victoria döneminin kavramsal olarak çelişki ve çatışmalarla dolu bir dönem olması gibi bizde de biyografik eserlerin yazımında, sinema filmi uyarlamalarında bu çelişkili haller devam ediyor. Mesela ailevi değerlerle saygıdeğer olma merakı ve tabii bunun getirdiği ikiyüzlülük. Ya da aşk hakkında ve cinsel konularda yapay çekingenlik ve sevgisiz evliliklerin sorgulanmaması.
10 Kasım anmasıyla gündemde öne çıkarttığımız Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Atatürk’ün neden bir tane bile insanın içine işleyen, empati kurduran, tanrılaştırmayan biyografik filmi yok? Bir filmde Churchill’i banyoda yıkanırken, Abraham Lincoln’u karısıyla atışırken görüp eleştiri oklarını yağdırmayan İngiliz ve Amerikalı seyircinin bizden farkını artık kültürel değerlerle açıklamaya çalışmak bu yeni yüzyılda geçerli değil.
Geçmişte yaşamış kişilerin hayatı bir inceleme alanı olduğunda ortaya konacak sinema filmi, anlatılan kişi ile birlikte geri planda verilecek bir tarih serimidir. Tarih serimi ve o tarihin içinde yer alan (aynı zamanda tarihi yapan) insanın serimi ideolojik olmaktan soyutlanabildiği oranda izleyicisine bir gerçeklik sunar. Kamuya mal olmuş bir insanın yaşamını okuyan ya da sinema filmi olarak izleyen izleyicinin kendisini başka bir bilincin yerine koyarak söz konusu kişinin duygularını, isteklerini ve düşüncelerini anlayabilmesini sağlayacak noktalar bulmasına yardımcı olmak amaç olmalı. Dedim ya, çoktan sonlanmış ve bizim yaşamadığımız bir hayatın içindeki mücadele belki tam da bizim mücadelemizdir. Hayatla nasıl barıştığımızın ya da dalaşmaya devam ettiğimizin ip uçları vardır, belki. Belki doğru sorular sormamızı sağlar ve hatta cevapları nerede bulacağımızı fısıldar…
Geçmişin kişileri, nesneleri ve olayları biyografi okurunun ya da izleyicisinin önüne konmuş sabit ve değişmez veriler olmaktan çıksın diyorum, sözün özü. Atatürk’ü insan haliyle okumak, izlemek ne güzel olurdu.
Düşünsenize, ergenlik yıllarından itibaren uyku problemi yaşayan Atatürk’ün uyuyabilmek için içkiye başlamış olabileceği varsayımı el yordamıyla bulunmuş bir şey değil. Uykusuzluğunun nedeni iddialı, hırslı, mükemmeliyetçi oluşu ve çevresini (bir noktada hayatın kendisini) kontrol altına alabilme tutkusu ile de açıklanabilir mi? Hayatta seyretmek yerine, soran ve cevap arayan yapıda olanlar hayal kırıklıklarıyla nasıl baş ederler? İlk hayal kırıklığını annesi yüzünden yaşamış olabilir mi? Batı medeniyetinin, doğuyu nasıl okuduğunu kuramsallaştırmış Edward Said’in doğu ve batı arasında kalmış bir çocukluk ve gençlik yaşamış olduğunu bilmek onun araştırma bulgularının altını sağlamlaştıran bir olgudur ve ilginçtir; Atatürk’ün ayağı doğuda, yüzü batıda duruşunun nedenleri üzerinde düşünülmesine yardımcı olabilir.
Atatürk’ü şimdi anla(t)maya başlamak lazımdır.