Aytuna Tosunoglu
ALTINLAR
Heyecanını mümkün olduğunca gizleyerek karısına fısıldıyor, “Çabuk şalını getir!” Ayağının dibinde toprak katmanlarının arasında göz kırpan objenin ne olduğunu henüz anlayamasa bile malzemenin içeriğini hemen anlamış olmalı. Zaten, buralara kadar gelmesinin altında eski çağ ozanı Homeros’un tutkuyla anlattığı geçmiş gitmiş kahramanlık öykülerinin mekanlarını bulmak (iddia etmek demeliyim) olduğu kadar hazine avcılığı da var. Avrupalı koleksiyonculara ya da asilzadelere ciddi paralar karşılığında satmak gibi, mesela…
Yıl, 1873’tür. Aylardan, Mayıs. Okullu olmayıp kendini yetiştirmiş “arkeoloğun” adı, Heinrich Schliemann’dır. Yanındaki de ikinci karısı, Sophia. Heinrich bir Alman’dır, Sophia da Yunan. Buldukları yıkıntının Homeros’un İlyada’sında döne döne anlattığı Truva şehri olduğuna inanmaktalar. Duygusallık bir yere kadar, şimdi ayaklarının dibinde parlayan “şeylerin” Heinrich ve Sophia’yı nasıl ihya edeceğinin gizli sevinç dansını yapıyorlar. Ancak, etrafa çaktırmamak lazım. Yer, Hisarlık (Çanakkale). Avrupalının bildiği adıyla; Truva antik kenti. Heinrich’in civar köylerden yevmiyeyle tuttuğu insan sayısı yaklaşık yüz kişiyi buluyor. Demek istediğim, kazı alanı kalabalık. Sophia da bir yıldır kocasının yanından ayrılmamış, kazı alanında. Elindeki şalı kocasının ayağının dibine atıyor. Koca fısıldıyor, “Altın! Hem de Truva’nın altını!” Buradan sonrası biraz Kurt Wilhelm Marek’in biraz bendenizin hayal gücüne emanettir. Arada gerçeklikler yok değil.
Sophia’nın şaşkın bakışları altında Heinrich, işçilerin hepsini eve göndermesini istiyor. İyi de adamlara ne diyecek? Akla o an için çok iyi fikirmiş gibi geleni ifade etmeye çalışıyor, Sophia. O günün kocasının doğum günü olduğunu unuttuklarını, yeni hatırladıklarını, herkese bir gün tatil verdiklerini söylüyor. Yaklaşık sekiz yüz yıldır Anadolu’da yerleşik mozaiğin köylüsü için bu mazeret, geçerli bir mazeret olmuş mudur? İstanbul’un gönderdiği vergi memurlarının dönem dönem artan baskıları, eşkıyalar, doğanın ve hava koşullarının sertliği arasında doğum günü kutlamasının ne olduğunu bilmişler midir? Belki de bilmişlerdir, gazeteci Marek’in anlattıklarına inandığımızı varsayalım. Aklınızda kalsın; yıl, 1873. Yer, Çanakkale’de Hisarlık mevkii. Osmanlı’nın hakimiyetine geçeli 500 yıl olmuş. Bir Adem gelmiş, altınları etrafa sezdirmeden çıkartmak ve yanında götürmek istiyor.
Heinrich haklıdır, o gün buldukları altındır. Ancak, Truvalıların altını değildir. Truva krallarından birinin, Priam’ındır. Bulunduğu yer kralların ikamet ettiği düşünülen saraydır. Heinrich çok sonra zaman konusunda yanıldığını söyler. Altınlar Homeros’un İlyada’sında geçen kahramanlık öykülerinden de eski döneme aittir. Hatta bilmem kaç kuşak sonra, Priam isimli kralın soyundan gelenler Roma medeniyetini kuracaktır vesaire vesaire…
Homeros’un eski ihtişamlı günlere olan özlemini de işlediği nostaljik şiirleri İsa’dan önce sekiz yüz yılında, belki de lir eşliğinde dinlenirken Truva antik kentinin üç bin yıllık geçmişinin katman katman birbirinin üzerine gelen (savaşlar, depremler nedeniyle kat kat ve farklı dönemlere ait yıkıntılar var) duvarları altında bulunan altınlar binlerce yıllık uykusunda… Heinrich’in Truva’da bulunuş nedeninin kişisel ekonomisinin bozulmasına bir çare aramak (da) olduğunu biliyoruz. Altınları Osmanlı’ya çaktırmadan sınır dışına çıkartması ayrı bir maceradır.
Priam’ın altınlarının bir bölümü bugün Rusya’da bir müzede sergileniyor. Oraya nasıl gitti derseniz, cevabı basit; İkinci Dünya Savaşı sonunda Rus askerler Almanya’dan kaçırdılar. Priam’ın altınlarını biz de geri istedik, zamanında. Ama altınlardaki sembolizmin antik Yunan dönemine ait olduğunu savunanlar hazinenin Almanya’da kalması gerektiğini söylüyor. Onlara göre, Türkiye’nin ulusal kimliği ile Priam’ın hazinesi arasında karşılaştırılabilir bir bağlantı kurmak zor.
İnsanın çözümü de çözümsüzlüğü de burada, bu yaşadığımız dünyada. Beş bin yıl önceki atalarımız altınlarını diktatörlerden, zorbalardan, depremlerden, yangınlardan kurtarmış mı, kurtaramamış mı? Altınlar kalmış, insanlar nerede? Kurduğumuz onca medeniyet peki? 150 yıl önce, etrafındaki antik kent duvarlarını özen göstermeden yıkmış, dümdüz etmiş bir hırslı ve cahil arkeolog 68 yaşında, bir otel odasında öldü. Kulak kiri enfeksiyonundan…