Aytuna Tosunoglu
AÇIK ŞANTİYE
Zamanın içinde tavuk gibi eşelenirken buldum, kendimi.
Eksik olan bir parça varmış da onu arıyorum, sanki.
Yabancı bir ülkede hiç çalışmadığım kadar ders çalışırken buldum, aradığımı. Güçsüz bir ışık huzmesinde, satırları yutar gibi kafama kazıyorum. Arada ayağa kalkarak odanın içinde volta atarak öğrendiklerimi tekrar ediyorum. Tahta yer döşemesi gıcırdamasın diye hangi noktalara basacağımı bilerek yapıyorum, bunu. Nedeni malum, ev sahibesi o saatte hala ayakta olduğumu anlamamalı; elektriği fazla tükettiğimi anlamamalı. Kızar ve ücretimden keser.
Yetmiş altı yaşında bir evdi. Ev sahibesiyle aynı yaştaydı. Evin önünden geçen cadde 1820’lerde açılmış. Arka bahçede her şey eski haliyle korunuyor. Ceviz ağaçları evin bahçe sınırını belirliyor. Yaşadığım oda bu bahçeye bakıyor. Kaç mevsim, hangi renklerle geçti gitti… Sincapları, karın içinde bıraktıkları minik ayak izleriyle hatırlıyorum. Bahçenin ortasındaki kameriye yaz mevsimini bekler. Hep döner gelir, yaz.
Haftada bir kez, her pazar günü ev sahibesinin oğlu, gelini, üç torunu öğle yemeğine gelir, akşam saatlerine kadar kalırlar. Evde canlılık, hareket. Döşeme tahtaları çekinmeden istediği kadar ses çıkartır. Yemek menüsü nadiren değişir; içinde patates ve minik top şeklinde et parçalarının olduğu çorba ve elma tatlısı. Torunlardan biri keman, diğeri çello, küçük olanıysa piyano çalıyor. Yemekten sonra müzik odasından kulağa tanıdık klasik müzik parçaları geliyor. Ev sahibesi bütün bir hafta yalnızlıktan, ihtiyarlıktan ve düşme korkusundan yanından ayırmazdı, beni. Gelişmekte olan bir ülkeden geldiğim için de küçümserdi biraz. Yaşım, yirmi. 1980 askeri darbesi olalı henüz üç sene geçmiş. Ev sahibesi ailesi gelince beni ortada istemiyor, mutfakta oturuyorum.
Dindiremediği bir hasreti var, ev sahibesinin. Bir ömre iki büyük savaş sığınca dindirmek mümkün mü… İlkinde babası ve kardeşi, ikincisinde kocası ve yakın arkadaşları öldürülmüş. Salondan hıçkırık sesleri geliyor. Yaşlı ev sahibesinin acısı açık bir şantiye gibi… Sürekli işliyor.
I. ve II. Dünya Savaşı’nın birinci elden tanıkları arasındaydı, Mrs. Biss, ev sahibesi. Babası ve erkek kardeşi Alman ordusunda, Rus cephesine karşı savaşırken öldürülüyor. Yirmi yıl sonra, bu defa kendisi Nazi kamplarına girmekten son anda kurtuluyor ama kocası toplama kampı evreninde yok oluyor.
Yaşadığımız dünyanın koordinatlarını yeniden düzenlemeye yönelik adımların atıldığı bugünlerde bir ömür harcandığını bildiğimiz sosyolojik araştırmalara dönüp bakma zamanıdır. Savaşın gerekliliği ve kaçınılmaz oluşu hakkında söylenen tüm sözler çıkar gruplarının esen rüzgârdan yana betimleme yarışıdır; savaşa başka bir “anlam” kazandırma amacını taşır. Savaşın geçerli bir nedeni bu zamanda artık olamaz. Tüm ülkeler ve uygarlıklar ve dahi halklar evrenselci bir ahlaklılık geliştirmelidirler.
Eksik olan parça, hani eşelenerek aradığım parça, ben döndükten yedi yıl sonra yatağında ve uykusunda gözlerini hayata yummuş Mrs.Biss’in, evinin bahçesindeki kameriyede elinde artık hiç yaşlanmayan kocasının fotoğrafıyla oturmasıymış, meğer.
O ülkede barış zamanıydı. Ben sincapları besliyordum.
“Yaşananlar geçmişte kaldığında, insanlar öldükten, her şey kırıldıktan ve parçalara ayrıldıktan sonra yine de yalnız, daha kırılgan ancak daha canlı, daha gerçek dışı, daha inatçı, daha inançlı; nesnelerin kokusu ve tadı uzun süre boyunca dengede kalır. Tıpkı geride kalan her şeyin yıkıntıları arasında hatırlanacakları anın gelmesini bekleyen ve uman ve yeniden bir araya gelmenin sonsuz mabedinde varlıklarının en küçük ve neredeyse tutulamayacak damlasında bile kendinden emin olan ruhlar gibi…”
Alıntı: Kayıp Zamanın İzinde, Marcel Proust