Kerem Gürel
Yaşamak yaralanmaktır. Yaralanmak da güzel.*
Geçtiğimiz hafta @Posthümanizm isimli Twitter hesabından yapılan paylaşım yeni bir tartışmanın da fitilini ateşlemiş oldu. Hoş bizim siyaset ve ekonominin fasit dairesinden çıkaramadığımız kısır tartışmalarımız daima gündemde ilk sırayı tutsa da bazen resmin daha geniş yüzeyine hitap eden konular da tek tük önümüze düşebiliyor.
Transhümanizm/Posthümanizm konularında paylaşımlarıyla dikkat çeken bu hesabın paylaşımı “Dünyanın ilk yapay rahim tesisi açılıyor!” gibi iddialı bir başlık içeriyor ve takipçilerine “Genetiği düzenlenmiş, kansere yakalanmayan, hastalanmayan, çok zeki...kısaca fiziksel ve bilişsel olarak güçlendirilmiş Trans-Hümanlar yakında...Transhümanizm vaat etmez, verir...” gibi oldukça parlak(!!!) bir geleceği muştuluyordu.
Anadolu Ajansı’ndan Ayşenur Cevahiroğlu tarafından hazırlanan haberde bu paylaşımın doğruluğu inceleniyor, bahsi geçen tweette paylaşılan videonun, Biyoteknoloji Uzmanı ve Bilim İletişimcisi Hashem Al-Ghaili'nin tasarladığı ve paylaştığı bir konsept olan EctoLife'a ait olduğu vurgulanıyordu. Al-Ghaili, Science and Stuff'a verdiği röportajda, EctoLife'ın dünyanın ilk yapay rahim tesisi konsepti olduğuna dikkat çekiyor; çeşitli nedenler dolayısıyla bebeği olamayan çiftlerin, kendi bebeklerinin biyolojik ebeveynleri olmalarına imkan tanımak amacıyla tamamen yenilebilir enerji tüketimiyle tasarladığını belirtiyordu. Böylece EctoLife Japonya, Bulgaristan, Güney Kore ve diğerler ülkeler de dahil olmak üzere ciddi nüfus düşüşü yaşayan ülkelere yardımcı olabilecekti. Ancak ufak bir detay olarak belirtilmeliydi ki, tasarımın hayata geçirilmesine dair herhangi bir teknik süreç henüz yürütülmüyordu.
•••
Transhümanizm ilerleyen yıllarda daha sık duyacağımız bir kavram olarak görünüyor. Genç yazar Giray Kırımoğlu konuyla ilgili yazısında transhümanizmi “Transhümanizm, esas olarak iki kelimenin birleşmesinden oluşmaktadır. Trans, fransızca kökenli bir kelime olmak üzere ‘dönüştürme’ anlamına gelir. Hümanizm ise… basit anlamıyla insancı düşünce akımıdır. Bundan dolayı transhümanizm, kabaca ‘insanüstü boyuta geçiş’ olarak tanımlanabilir.” şeklinde ifade ediyor. Akademisyen Ayşe Şahin ise yazar Ahmet Dağ’ın “İnsansız Dünya Transhümanizm” isimli kitabını incelediği makalesinde transhümanizmi “ İnsanın fizyolojik, biyolojik, psikolojik, bilişsel yetilerini, teknolojik imkânları (sentetik biyoloji ve bilgisayar teknolojileri) kullanarak bu yetilerin daha ileri seviyede olacağını iddia eden içinde yapay zekâ uygulamaları, robotik çalışmaları barındıran sürecin adıdır.” şeklinde tanımlıyor.
Bu tartışmalı teknolojiyi çeşitli hastalıklara, vücutta oluşan kalıcı sakatlıklara deva olabileceği için bir umut olarak görenler de var, insanlığın sonu olabileceğini iddia edenler de. Ancak Sanayi Devrimi’nden bugüne geliştirilen hemen tüm teknolojik yeniliklerin kapitalizme hizmet ettiğini, dünyayı daha adil, daha eşit bir cennet varyasyonu haline getirmekten çok uzak, insanlığı bambaşka bir noktaya savurduğuna şahit oluyoruz. Haliyle bu teknolojiye de şüpheci yaklaşmak için elimizde yeterince delil var sanırım.
•••
Taa çocukluğumuzdan çok görmüşler, yasaklamışlar ağlamayı.
Ne yangınlar söndürür oysa iki damla gözyaşı...
Bazen özür sayılır bazen elveda
Sen ağla sevdiceğim içinden geliyorsa
Ağlamak insan işi.
Gökyüzü bile nasıl ağlar, elinden alınınca güneşi...
Yürek taşıyan her insan gibi, erkekler de ağlar sevdiceğim.
Ağlamak insan işi...
Gonca Aydemir
•••
Kore asıllı düşünür yazar Byung-Chul Han bu yıl piyasaya çıkan “Palyatif Toplum” kitabında günümüz insanını ve onu -hâlâ- insan kılan “acı” kavramını irdeler. Alman yazar Ernst Jünger’in “Bana acıyla ilişkini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!” sözüyle kitabına başlayan Han, günümüz dünyasında artık her yerde algofobinin yani genel bir acı korkusunun hakim olduğuna vurgu yapıyor. Hastanelerde tedavisi mümkün olmayan hastaların acılarını mümkün olduğunca azaltmak için kurulan palyatif servisler gibi
insanlığın bu acıdan kaçışı da üzerimizde sürekli bir anestezi durumu yaratmakta. Böylece hayatın köşeleri yontulup ovalleştirilmeye; insanlara pürüzsüz köşeler, sorunsuz alanlar yaratılmaya çalışılmaktadır. Bu durum, Han’ın da dikkat çektiği üzere bugünün neoliberal esanslı performans toplumu ile örtüşmektedir. Zira bireyden en iyisi, en güçlüsü, en beceriklisi olmasını bekleyen (ama bunu beklerken hangi şartlarda, ne şekilde yaşam mücadelesi verdiğine bakmayan, sorumluluğu sadece bireye yükleyen) vahşi cangıl benzeri performans toplumunda acı bir zayıflık olarak görülmektedir. “Yapabilmenin hüküm sürdüğü aktif toplumda acı çekmenin pasifliğine yer yoktur.”
Pozitif düşünce, pozitif yaşam, evrene gönderilen pozitif mesajların orta yerinde sinsice dolaşıp varlığını hissettirmeden bünyelere sirayet eden neoliberal düşünce, kişileri kendi kendine motive olma, her şeyde sorumluluğu yüklenme, içinde bulunulan şartlar ve bu şartları yaratanlar üzerinde düşünmeme çabasına maruz bırakmakta, bu durum bireyler üzerinde baskı yaratırken iktidarların üzerindeki yükü de bir hayli azaltmaktadır.
Bu şekilde varolan ve içinde bulunduğu durumu sorgulamayan neoliberal mutluluk toplumlarında özgürlük sanrısı ortaya çıkmaktadır. Tüketmenin, tüketebiliyor olmanın bünyede yarattığı serotonin patlamaları, “like” kutlamaları eskinin disipline edici iktidarının yerini alan günümüz iktidarının da işini kolaylaştırmaktadır. Böylece kendine dönen insan Han’ın da vurguladığı üzere toplumsal ilişkileri eleştirel bir gözle incelemek yerine, sadece ve sadece kendisiyle, kendi ruhsal durumuyla ilgilenmektedir. Kendi ruhunu tedavi peşine düşen insan sosyal çarpıklıklara neden olan toplumsal ilişkileri ve nedenleri sorgulamaktan da beri durmaktadır. Çeşitli araçlarla insanlarda yaratılan anestezi durumuyla birlikte düşünme, sorgulama becerisine ket vurulan insanlar post-truth bir dünyada yaratılan sunî gerçeklerin ana kucağında, aldıkları, alacakları, kargosunu bekledikleri, beğendikleri, “like” attıklarıyla “yaşadığını sanan ancak yaşayıp giden” varlıklar haline gelmektedir. Bu durumu Han şu ifadelerle özetler: “Hayatta kalma histerisinin hakim olduğu toplum bir ölememişler toplumudur. Ölemeyecek kadar canlı ve yaşayamayacak kadar ölüyüz.”
Sürekli en mutlu anların, gidilen tatillerin, yenilen yemeklerin, alınan hediyelerin, bakımlı ciltlerin, diri vücutların gölgesinde yetişen sosyal medyanın tabuta son çiviyi çakmasıyla birlikte bugünün insanı olumlululuğun baskısı altında yaşamak zorundadır. Acıya tepki vermek, acı çekmek zayıflığın işaretidir zira yukarıda da değindiğimiz üzere. Ancak bu durum taşınamayacak hâle geldiğinde kendi bedenine zarar veren gençlerin kollarında “çizik atma” vakası olarak yansır gözümüze. Her şeyin aslında düşünüldüğü kadar ılıman, her sunulanın zannedildiği kadar ideal olmadığını, maddî zenginliğin tek başına yeterli olamayacağı anlaşılır o çiziklerde. Huxley’nin “Soma” yutturulan ve bu sayede hazza teslim olan hedonist “Cesur Yeni Dünya” insanları gibi acının insanî yönünü yadsıyan, acıdan kaçan insanlarca yaratılan “Palyatif toplum hakikati olmayan bir toplumdur, aynının cehennemidir.”
“Acı duyuyorum o halde varım” diyen Han “Acı kültürü yoksa barbarlık ortaya çıkar” diye ekliyor ve Ivan Illich’in Sağlığın Gaspı kitabında geçen şu ifadelerini sunuyor okuyucuya: “ Anestezi altındaki bir toplumdaki insanlara canlılık hissi verebilmek için giderek daha güçlü uyaranlar gerekir. Kendini deneyimleyebilmeyi sağlayan uyaranlar olarak sadece kimyasal maddeler, şiddet ve terör kalmıştır.”
Oysa acı yeniliğin ve yaratımın ebesidir. “Sadece acının olumsuzluğu tini canlı tutar.”. Yoksa hepimiz birer pelteyizdir.
•••
“Seni diğerlerinden farksız yapmaya tüm gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş başladı mı, artık hiç bitmez.” diyordu Amerikalı yazar E.E.Cummings.
Bugün bizi birer homo hedonismusa, homo consumense çevirmeye çalışan dünyada “insan” kalabilmek dünyanın en zor savaşını vermek demektir sanırım.
*Cemil Meriç, Jurnal, iletişim Yayınları