Kerem Gürel
Modernitenin Safraları Iskarta Hayatlar ve Ayzek’in Öyküsü
Biz 21. yüzyıl insanları, şimdi Aydınlanma Devrimi’nin hazırladığı, Sanayi Devrimi’nin muştuladığı refaha, adalete, eşitliğe, kardeşliğe doymuş bir dünyada mı yaşıyoruz?
Yüzyıllar boyunca atılan nutuklar, geliştirilen felsefeler, icatlar, mucitler, kaşifler ve de keşifler insanlığı bugüne taşımak için miydi? Üç yüzyıl önceki insanlardan daha mı mutlu yaşıyoruz? Sağlık başta olmak üzere hayatın sadece bir iki alanından teknolojiyi çekip alıversek daha mutsuz bir insanlıkla mı karşılardık? Eğer öyle ise bugünün insanı insanlık tarihinin en mutlu bireylerinden mi oluşuyor? Tüm bu kişisel gelişim zırvalıklarının arasında sessiz sedasız kendine muhkem bir yer edinen ve kullanımı giderek artan antidepresanları, giderek daha çok tüketilen uyuşturucu maddeleri hangi haneye yazmamız gerekiyor?
Belli ki modernite olarak piyasaya sunulan post’la cilalanan tüm bu sürecin insanlığı getirip bıraktığı istasyon hiç de başta kurgulanan şartlara uymuyor. Daha özgür, daha adil, daha refah olacağı düşünülen, milenyumla bambaşka bir süreceğe girdiği düşünülen dünya yine insanlığı ters köşe yapmış gibi görünüyor. Ülkeler giderek maddi manevi anlamda ördükleri duvarlarla kendi içine kapanıyor. Bu konuya “Duvar” isimli kitabında dikkat çeken Deniz Ülke Arıboğan “Bir labirentin içindeki fareden farkımız yok” diyor ve ekliyor “İnsanlar yaşadıkların yerin duvarlarla çevrili olmasından çok, kendilerine bırakılan alanın genişliğiyle ilgileniyorlardı.”
Çünkü insanlığın büyük çoğunluğu mutlu azınlığın elde ettiklerini yitirmemesi için kasabın bıçağına doğru götürülecek kurbanlığın önündeki yeme dalması gibi kendisine sunulan üç beş oyuncağın, heva ve hevesin peşinde yeterince uslu duruyor, urganın yavaşça boynuna dolandığının farkına varamıyordu. Üretimle ve de tüketimle görevlendirilen insanlar sistem içerisinde arıza verdiğinde dışlanıyor modernitenin safraları gibi görülüyordu. Onlar Zygmunt Bauman’ın ifadesiyle “Iskarta Hayatlar” idi.
Onların hikayesi çoğu kez anlatıldı. Bu köşenin takipçileri belki de hatırlayacaktır “Otele Düşen Iskarta Hayatlar” isimli yazımızda bu hayat öykülerine değinmiş, TRT için Sevinç Yeşiltaş tarafından çekilen “Otel Odaları” belgeselinde modern(!) sistemin kendisinden bekleneni veremeyen hayatları nasıl da bir köşeye savurup attığını hayatın içinden örneklerle görmüştük.
Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’nde yarattığı başkahramanı Zebercet ise bu yaşamların edebiyat dünyasında en bilinen örneklerinden biri. Benzer temalı olup Ayfer Tunç tarafından kaleme alınan “Dünya Ağrısı” romanının başkahramanı Mürşit de paralel bir yaşamın insanı.
Sıradan bir sinema izleyicisi olarak seyrettiğim Cem Yılmaz’ın geride bıraktığımız hafta oldukça ses getiren yapımı “Do Not Disturb”de de benzer bir hikaye karşılaştım. Zaten filmle ilgili yapılan eleştirilerin çoğunda da özellikle Zebercet’le olan benzerliğe dem vuruluyor. Dram filmlerini daha çok sevdiğim Cem Yılmaz’ın Hokkabaz’dan sonra en sevdiğim filmi bu oldu sanırım. Neoliberal kapitalist dünyada kendisine biçilen ve beklenen rolü oynayamamış, isteneni verememiş, tutunamamış bir insan olarak Ayzek Metin’in hikayesi aslında milyonların hikayesi.
Hayallerle süslenen, düşlerle bezenen öğrencilik yılları… Hayatla hayaller bir makasın iki ağzı gibi nasıl da birbirine yakın. Yaşam gerçek yüzünü göstermemiş zira. Oysa yaşamın gerçekten içine dahil olduğunda anlıyor insan hayallerinden ne denli büyük bir hızla uzaklaştığını. Makasın ağzı açılıyor. Hayaller bir tarafa savruluyor gerçek hayat bir tarafa. İnsan gençliğin halesi başından kalktığında karşılaşıyor yaşamın göz yakan gerçeğiyle. Kimi bir an evvel sisteme dahil olma çabasına giriyor. Önce sigortalı bir iş(!), sonra belki bir ev ya da araba…eş de çalışıyorsa uzayıp giden kredi taksitleri… akşam sofrada birlikte yenen yemek, iki bardak çay, az kuru yemiş, biraz meyve, Survivor masalı, tartışma tiyatrosu, İstiklal Marşı ve kapanış…
O sisteme dahil olamayan, sistemin bir safra gibi dışladıkları nerede peki? Uyum sağlayamayan, oyunun kurallarına uymayanlar… Kim onlar? Başarısız mı oldular? Yenildiler mi? Peki kim koydu bu kuralları?
Do Not Disturb tam da böyle bir mekanda geçiyor aslında. Hayatta kıyıya vurmuş, ıskarta edilmiş yaşamların mücadele verdiği bir sokakta. Otele düşen bir edebiyat profesörü, engelli bir genç kız, aşkını namusu saymış bir kabadayı, hayatla olan bağları iyice incelmiş bir eczacı ve tabii yaşama kişisel gelişim zırvalarıyla tutunabileceğine inana eski bir denizci, Ayzek…
Cem Yılmaz’ın pek çok ustaca göndermelerde bulunduğu filmi Do Not Disturb isminin aksine modern(!) yaşamı sorgulayanları daha da çok rahatsız ediyor ve içinden geçtiğimiz sürecin enfes bir fotoğrafını çekiyor…