Kerem Gürel
Huzursuzlar ve Görmek İsteyenler için İşaretler
Bize yalnızca Daniel Blake’in hikâyesini anlatmıyordur aslında usta yönetmen Loach. Milyarlarca insanın öyküsünü bulursunuz o filmde. Kökeni çok eskiye, palazlanması moderniteye, cinayeti Holokost’a uzanan bürokrasinin neoliberal politikalarla kol kola çektiği halayın elleri nasırlı, topukları çatlak sıradan insanları nasıl çiğneyip geçtiğini görürsünüz. Devletin sırtının yere geldiği, sermayedarların sofrasında sabahladığı bir zamanda, diktatörlerce yönetilen renkli bayraklı bir Afrika ülkesinde değil, modernizmin rahminde, Pax Britannica’nın doğup palazlandığı ultra mega süper gelişmiş Britanya’da gerçekleşir tam da bu olaylar.
Işıltılı yaşamların, parlayan karakterlerin arkasında, ağız tadını kaçıran, vicdanlarda bir iki hareketlenme yaratıp sonrasında sabun köpüğü misali unutuluverenlerin; alt sınıfa ait olup modern zamanın değirmen taşları arasında ezilen, elleri nasırlı, topukları çatlak; çoğunlukta olup azınlıktakiler kadar seslerini çıkaramayanların; hayatları, kararları başkalarının elinde şekillenenlerin; kanıyla, canıyla, emeğiyle hayata tutunmaya çalışıp makine muamelesi görenlerin hikayelerini anlatan Britanyalı yönetmen Ken Loach’ın Neoliberalizm illetini dünyaya pazarlayan mavi tayyörlü hanımefendiyle aynı havayı soluyup aynı sudan içtiğini bilmek yaşamın ilginç ironilerinden biridir benim için. Müteakip defalarca bu köşede dile getirdiğim günümüz dünyasının hakim anlayışını ve piyasa toplumunu Michael Sandel “Bir piyasa toplumu, piyasa değerlerinin insan çabasının her köşesine sızdığı bir hayat tarzıdır. Böyle bir toplum, piyasa içerisinde sosyal ilişkilerin dönüştürüldüğü bir yerdir.” şeklinde tanımlıyor.
Çanakkale Geçilmez!
Bu fikrin havada uçuşan tohumlarını ve savunucularını her an, her köşe başında görmek, geleceğin dünyasına dair umutların en büyük erozyonu olsa gerek. Metalaşan, piyasalaşan ve paradan gayrı artık hiçbir şeyle ölçülemeyen bir dünyaya doğru dört başı mağrur bir ifadeyle, tam hız ilerliyoruz. Gün geliyor ülkenin en popüler akademisyenlerinden biri çıkıp özel şirketlerin parası olanları aşılaması için devletin izin vermesi gerektiğini savunuyor. Özgürce. Yaz tatilini kaçıracak olmaktan tedirgin.Hayatın çoğu alanında, paranın ona malik olanlara sağladığı pek çok üstünlük gibi, zengin fakir ayrımı yapmayan demokrat bir virüse karşı da kalburüstü olmak isteyenlerin çabasıdır bu aslında. Altta kalanın her hâlükârda presleneceği bir sistem yaratılmış ne yazık ki. Ve çoğumuz sistemin yanlışlığı üzerine düşünmek, konuşmak, tartışmak yerine, Polyanna’nın eline su döken, Heidi’nin ruhuna rahmet okutan bir edayla “Bir üst basamakcığa daha nasıl çıkabiliriz acaba?” derdindeyiz. Oysa enerjisini sistemin çarklarını işletmek için değil, o çarkları kırmak ve daha adil bir yaşam kurmak için kullanmalı insan. Yoksa an gelir Kaz Dağları’nda doğayı katleden altın madeni için “su ve vicdan nöbeti” tutanları, sözlerinden hariç beden diliyle de ne derece önemsediğini belli eden o güler yüzlü(!) genel müdür gibi insanlarla karşılaşırsınız. Odasında “Çanakkale Geçilmez!” levhasını bulundurmasıysa bambaşka bir ironiyi daha katar yaşamlarınıza, kim bilir!
Huzursuzlar ve görmek isteyenler için işaretler çok da gizemli değildir aslında. Sadece önümüze saçılmış kırıntılarla nimetlenmekten kafamızı kaldırıp bakmak gerekiyordur, sorunun taa gözlerinin içine doğru.
Tabii bir sorun olduğunu kabul etmek bilâ kayd-ü şartıyla.
Ben, Daniel Blake
İşte bu noktada yukarıda ismi zikredilen Ken Loach ve Michael Sandel çıkıverir karşımıza; tıpkı binlerce yıl evvelinin Atina’sında “Atina uyuşuk bir at ve ben de onu uyandırmaya çalışan at sineğiyim.” diyen Sokrates misali.
Bize yalnızca Daniel Blake’in hikâyesini anlatmıyordur aslında usta yönetmen Loach. Milyarlarca insanın öyküsünü bulursunuz o filmde. Kökeni çok eskiye, palazlanması moderniteye, cinayeti Holokost’a uzanan bürokrasinin neoliberal politikalarla kol kola çektiği halayın elleri nasırlı, topukları çatlak sıradan insanları nasıl çiğneyip geçtiğini görürsünüz. Devletin sırtının yere geldiği, sermayedarların sofrasında sabahladığı bir zamanda, diktatörlerce yönetilen renkli bayraklı bir Afrika ülkesinde değil, modernizmin rahminde, Pax Britannica’nın doğup palazlandığı ultra mega süper gelişmiş Britanya’da gerçekleşir tam da bu olaylar. Karşınızda kanıyla, canıyla, teriyle, emeğiyle bir insan durmaktadır. Loach’ın filminde kalp krizi geçirmiş ancak çalışması sağlığı açısından doğru olmayan Daniel Blake’dir o. Sistemin mahir dişlileri tarafından yakalanmış ve geri dönüşüm kutusuna gönderilme kararı alınmıştır. O arızalı bir parçadır artık. Kopartılıp atılmalıdır. Nasıl geçineceği, nasıl yaşayacağı sürekli kasaya kazandıran bu mükemmel (!) sistemin sorunu değildir. Zamyatin’in ünlü distopyasındaki gibi bir sayıdır sadece kayıtlarda.
Gergedan vurmak serbest
Bugünün dünyası, milyoner babası profesyonel futbol takımı satın aldığı için doğuştan forvet sayılan, az koşup çok dinlenen yüz yirmi kiloluk tosuncuğun dünyasıdır artık. Ya da yıllar önce ölmüş eski bir şarkıcının saç teline on dört bin dolar ödenen açık hava tımarhanesi. Michael Sandel “Paranın Satın Alamayacağı Şeyler” kitabında bu cinnet halinin ne boyutlara varabileceğini gözler önüne seriyor, en can alıcı örnekleriyle. Parayı bastıranın “Car Pool” sistemi sayesinde sıkışık trafikte kendilerine ayrılan şeritten ilerlemesini sağlayan ultra elitist uygulamayı da bulabiliyorsunuz satır aralarında, cüzi bir miktar para(!) karşılığı sizin adınıza kırdığınız insanlardan özür dileyen konunun uzmanı şirket yetkilisini de. Senelik bin beş yüz dolar karşılığı doktorunuzun cep telefonu numarasını almanızı sağlayan”özel sağlık danışmanlığı hattı”yla da, yüz elli bin dolar ödeyip nesli tükenmekte olan Afrika gergedanı öldürme hakkıyla da karşılaşabiliyorsunuz.
Kapitalya’nın, kutsal neoliberal suyuyla yıkanmış bu bereketli topraklarında Daniel Blake ve onun yardım etmeye çalıştığı iki çocuk annesi Katie’nin dramı, izlediğinizde sizi de rahatsız edebilir. Olsun ama. Büyük çapta geçici bir etkidir bu. Birkaç reklam izlemekle geçecektir elbet.
Huzursuzlar ve görmek isteyenler için işaretler çok da gizemli değildir aslında. Sadece önümüze saçılmış kırıntılarla nimetlenmekten kafamızı kaldırıp bakmak gerekiyordur, sorunun taa gözlerinin içine doğru.
“Doğa”sından kopartılmış bir insan olarak…