Kaya Türkmen
Monolog demokrasisi
19 Mayıs 2024 tarihinde helikopter kazasında ölen İbrahim Reisi’den boşalan İran Cumhurbaşkanlığı için seçim var cuma günü.
Anayasalarına göre İran Cumhurbaşkanı her dört yılda bir halk tarafından seçiliyor. Cumhurbaşkanı ülkenin doğrudan seçilen en üst düzey yetkilisi ve yürütme organının başı. Ama asıl güç “rehber-i muazzam-ı İran”, “rehber-i inkılap”, yani ‘İran’ın yüce lideri’, ‘devrim lideri’ gibi sıfatlar taşıyan kişide.
İran İslam Cumhuriyeti Anayasasına göre cumhurbaşkanlığına aday olmak için Anayasaya ve İslam Cumhuriyetine sadık olmak yanında, Şii İslam’a inanmak ve “Velayet-i fakih” ideolojisine bağlı olmak koşulu var. Yani İslam hukukunu bilen kişilerin vesayet ve yönetimine biat etmek şart.
Cumhurbaşkanlığı seçimine seksen kişi başvurdu İran’da. Altısı onaylandı. Dört kadın vardı adaylar arasında. Birini bile onaylamadılar ilaç için. Adaylığı onaylanan altı erkekten beşi muhafazakâr kanatta yer alırken, biri reformcu kanattan.
Kadınların aday olması anayasal olarak engellenmemişse de bugüne kadar adaylık için başvuran bütün kadınlar reddedilmiş.
Bu haliyle demokrasiyle bağdaştırılabilecek bir sistem olduğunu söylemek zor.
Ama bu sistemde bile altı aday seçim öncesinde tam beş kez topluca televizyonda münazaraya çıkıyorlar. Karşılıklı tartışıyor, felsefelerini, programlarını, düşüncelerini, niyetlerini anlatıyorlar 89 milyon İranlıya.
Dört beş saat sürüyor yayınlar. Ekonomiden dış politikaya, eğitimden sosyal haklara, internet yasaklarından başörtüsü meselesine kadar her konu tartışılıyor.
Bizde olmuyor böyle tartışmalar Akape iktidara geleli.
Eskiden olurdu. Süleyman Demirel, Erdal İnönü, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ve Mesut Yılmaz’ın televizyonda aynı masa etrafındaki o seviyeli tartışmalarını hatırlamak için bugün en az ellili yaşlarda olmak gerek. O günkü siyasi liderler birbirlerine “Bay Süleyman” veya “Bülent Efendi” şeklinde hitap etmezler, en sert eleştirilerinde bile “Sayın” sözcüğünü esirgemezlerdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan bir kez olsun Deniz Baykal’ı, Muharrem İnce’yi, Kemal Kılıçdaroğlu’nu veya Özgür Özel’i karşısına alıp ülke sorunlarını tartışmadı. “Onlar benim muhatabım değil” filan dedi ama doğrusu şu ki cesaret edemedi.
Sahici gazetecilerle de konuşmadı Erdoğan. Ne soracakları kendilerine tembihlenen gazetecilerden başkasıyla karşı karşıya gelmek istemedi. Öyle ya, gazeteci milleti bu. Neler sorarlardı maazallah!
Nitekim sordu İspanyol gazeteci Madrid’de iki hafta önce.
Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala'nın serbest bırakılması yönündeki kararlarını uygulamamasına ilişkin bir soru yöneltti. “Sizlerin bu soruları sorması bizleri düşündürüyor. Hele hele bir basın mensubunun kalkıp da bu teröristleri böyle savunmuş olması bizi ciddi manada üzmektedir" dedi Erdoğan.
"Başını sallama, ben sallamıyorum bak, ben dimdik çalışmama devam ediyorum" dedi.
Neden başını sallamasındı ki? Kimse bir şey anlamadı...
Siyaset yapan insanların eleştirilmeyi, sorularla sıkıştırılmayı, zaman zaman protesto edilmeyi göze almaları gerekir.
Demokratik dünyada bütün siyasi liderler bunu anlayışla, olgunlukla karşılarlar. Sadece parti teşkilatlarının seçerek bir araya getirdiği kalabalıkların değil, farklı toplulukların da karşısına çıkarlar.
Sadece alkışlamakla görevli parti gruplarına değil, muhalefetin de hazır bulunduğu parlamento genel kurullarına da hitap ederler.
Sadece korumalar tarafından önceden arındırılmış camilerde cuma namazlarına değil, on binlerin toplandığı spor karşılaşmalarına da giderler.
Abartılı güvenlik önlemlerinin ve hakaret yasalarının oluşturduğu kozadan çıkıp, danışmanlar tarafından yazılmış monologların yer aldığı camdan başını kaldırmalı ve insanlarla sahici diyaloglara da girebilmelidir devlet insanları.
Monolog düzeni konforlu olabilir. Ama oradan demokrasi çıkmaz.