Kerem Gürel
Duyuyor musunuz? –“Beni öldürdüler!”
Popülist iktidarların, neoliberal politikaların ve postmodern yaşamın gerekleri bizi giderek “Vasatlık Kalıbına” girmeye zorluyor. Doğası gereği yuvarlak olması gereken karpuzları kalıplara sokup kare karpuz yetiştiren muhteşem Japon mühendisliği (!) gibi vasatlığın kalıbında şekilleniyoruz artık
Gabriel Garcia Marquez tarafından ilk kez 1981 yılında yayınlanan Kırmızı Pazartesi onlarca farklı dilde yayınlanmış ve yazarın en çok okunan kitaplarından biri olmuştur. Kitapta Marquez, üzerine atılan iftira nedeniyle iki kardeşin bıçaklı saldırısına uğrayan Santiago Nasar’ın, sonu herkesçe bilinen öyküsünü ustaca anlatmıştır. Kitaptan zihnime kazınan en can alıcı söz birazdan son nefesini verecek olan Santiago Nasar’ın haykırışıdır:
–”Beni öldürdüler.”
Bu, saniyeler sonra bedeni terk edecek bir ruhun kanlı canlı son seslenişidir. Yükselen bir isyanın, bir acının sesi. Bedeni birazdan soğumaya başlayacak, ruhunu sonsuzluğa uğurlayacak bir yaşamın boğuk hırıltısı. Oysaki güneşin ilk ışıklarının aydınlattığı, uyku mahmuru kasabada küçüğünden büyüğüne herkes tarafından biliniyordur bu cinayetin işleneceği. Herkes kapı arkasında, sütre gerisinde fısıltılı seslerle birbirine aynı şeyleri anlatıyor, kimse bilinen acı sonu önlemek için gereken çabayı göstermiyordur. Tüm kasabanın üstüne ölü toprağı serpilmiştir sanki.
Tüm bu söylentiler emekli bir albay olan belediye başkanının da kulağına ulaşmıştır. Oysa o, ilgisiz bir babanın, yapmacıklık kokan sahte tavrıyla cinayete niyetli ikizlerin bıçaklarını ellerinden alıp, evlerine geri göndermekle yetinmiştir. Sadece belediye başkanının değil kasabanın rahibinin vurdumduymazlığıyla da şaşırıp kalırsınız bu üzücü yaşam öyküsünde. Yıllar sonra yapılan sohbette gecikmiş bir itiraf dökülür rahibin dudaklarından:
–”O zaman bu meselenin benden çok sivil yetkilileri ilgilendirdiğini düşünmüştüm.”
Bıçaklı saldırıya uğrayan Santiago Nasar’ın son bir çırpınışla evine girmeye çalışırken kapı önünde bıçaklanması ve tüm kasabanın bildiği ancak önlemediği o korkunç sonu insanların yüzüne haykırması gözünüzün önündeymişçesine anlatılır tüm çıplaklığıyla.
–”Beni öldürdüler!”
Artık her yerde
Tıpkı öldürüleceği saatler öncesinden bilinen Santiago Nasar’ın insanların umursamazlığı, adam sendeciliği, yetersiz çabalarla görevini yaptığını zannetmenin sahte huzuru ve sorumluluğu başkalarına atmanın yalancı baharı nedeniyle genç yaşta ölüp gitmesi gibi ne yazık ki çürümenin pis kokusu her geçen gün daha fazla genzimizi yakarken, vasatlığın hayret veren bir hızla yükselişine şahit oluyoruz. Hepimiz 21. yüzyılın dünyayı taşıdığı bu “Büyük Hadsizlik Çağı”nda insanoğlunun binlerce yılda elde ettiği değerlerin çırpınışını izliyor, ona bir sineğin tatlı uykumuzu bölen rahatsız edici vızıltısıymış gibi davranıp, kulağımızda çınlayan haykırışını duymamaya çalışıyoruz:
–”Beni öldürdüler!”
Küreselleşme balonunun patlayıp dünyayı dev bir köye çeviremediğini, insanlığın o beklediği hülyalara ve mutluluğa ulaşamadığını gören çoğu toplum, popülizmin cazibesine kapılıp içe kapanma yolunu tercih etti. Popülist iktidarların, neoliberal politikaların ve postmodern yaşamın gerekleri bizi giderek “Vasatlık Kalıbına” girmeye zorluyor. Doğası gereği yuvarlak olması gereken karpuzları kalıplara sokup kare karpuz yetiştiren muhteşem Japon mühendisliği (!) gibi vasatlığın kalıbında şekilleniyoruz artık. Her geçen gün bizi daha da çok içine çeken bir bataklık bu. Edebiyattan sinemaya, gündelik yaşamdan mimariye hemen her yerde vasatın izlerini görebiliyoruz. Maddi zenginliğin kültürel alt yapıyla doldurulamadığı evlerden altın varaklar sıçrıyor etrafa; düğününü, çeyizini, evlilik teklifini, olmadı sünnetini ve dahi her anını, her özelini TikTok’la süsleyip sosyal medyayla ortalığa saçan bireylerin arasında Disney çizgi filminden fırlamış gibi duran kopya evlerden sitelere, Beyaz Saray’a öykünüp son anda Türk-İslam sentezine döndürülmeye çalışan ucube belediye binalarına denk geliyoruz. Osuruğuyla şişe deviren adama gülünüyor, kendisine karpuz almadığı için kocasını ve çocuklarını bırakıp başka bir adama kaçan Makbule hanımın derdiyle hemhâl olunuyor artık ekranlarda. Gencecik bir kızımız uluslararası bir caz festivali için yapılan yarışmada başarı kazanıyor ancak başının örtülü olması hoop anlamsızlık kazanından damlayan nur topu gibi bir tartışma doğuruyor. “Ne işin var senin orda başörtülü halinle?” diyenler bile çıkıyor. Başka bir gün bir kızımız öldürülüyor vahşice. Bu yürek dayanmaz acının hemen peşine katili aklamak için sosyal medya hesapları açılıyor ve bu defa “Ne işi varmış o adamla?” deniliyor. Bir diğerinde doktor olmuş bir kızımız “Atam ‘Beni Türk hekimlerine emanet ediniz’ diyince, ben de hekim oldum.” yazıp sosyal medya hesabından paylaşıyor, paylaşımım altında din kisvesine büründürülmüş buraya taşımaya değmeyecek abuk subuk yorumlar yazılıyor.
Vasatokrasi
Vasatlığın geçer akçe olduğu bugünlerde cehalet bir karanlık değil aksine bir güneş gibi ısıtıyor kimi kara zihinleri. Daha çok yüz buluyor daha çok cesaretleniyorlar. “Oysa tabana yayılmış bir vasatlığın sorumluluğu da paylaşılır ve herkes bilir ki paylaşılan sorumluluğun vicdani ağırlığı hiçbir bireyi değişime ikna edecek kadar kuvvetli değildir.” diyor Pelin Kıvrak bu ayki Varlık Dergisi’ndeki yazısında ve ekliyor “Daha iyi olmaktan topluca vazgeçilen bir çevrede kötü olma eşiği de düşer, çok kötü olmayan her şeyin kabul görme riski doğar.”
Aynı derginin bir diğer ufuk açan yazısında Gülüş G. Türkmen Kanadalı yazar Alain Deneault’un “Vasatokrasi” kavramına vurgu yapıyor ve yazarın yaptığı tanıma yer veriyor:
“Herkes bazen vasat işler yapar, her daim imkanlarımızı en iyi şekilde kullanmamız mümkün olmaz. Ama şimdi her alanda vasat işler çıkarmaya mecbur bırakılıyoruz.”
Beynin yağlama sistemi
Dünyada giderek yükselen popülist politikalar kadar insanoğlunun eriştiği refah seviyesi de vasatın yükseltilmesinde etkili olmalı. Teknolojiyle kol kola küçük dünyasında kazandıklarının zevküsefasına dalan konformist zihinlerin elde ettiklerini yitirmemek için duymaması, görmemesi, işitmemesi ve hatta düşünmemesi bizi bu noktaya taşıyan unsurların başında gelmeli. Felsefeyi genç beyinlere sevdiren Sofi’nin Dünyası kitabında Jostein Gaarder meraklı ve öğrenmeye açık bir çocukken nasıl vasat insanlara dönüştüğümüzü ve sorgulayarak yaşamanın önemini anlatır. Zira çalışan bir beynin yağlama sistemi soru sormaktır. Gaarder’ın tanımıyla da “Soru soran insanlar en tehlikeli olanlardır hep. Cevap vermek o kadar da tehlikeli sayılmaz. Bazen bir tek soruda bin cevaptan daha fazla patlayıcı madde bulunur.” Tetikleme mekanizmasıdır aynı zamanda soru sormak. Bir şeyleri merak etmek, değiştirmek için ilk adım. Beynin soru sormayı, sorgulamayı bırakması, konformist yaşama kendini teslim etmesi ile filizlenir vasatlık. Ve insan alışır. Etrafındaki çirkinliğe, kabalığa, yozlaşıya ve cehalete. Sistemin bize sundukları bir süre sonra -Ünsal Oskay’ın tanımı ile- hiçbir sansür olmasa bile toplumun kültür hayatını “vasati beğeni” düzeyine doğru çeker. Yıkanmak İstemeyen Çocuklar kitabında “ Vasati Beğeni” kavramını şöyle tanımlar Ünsal hoca:
“Hayata, insan ilişkilerine, insanın varoluş koşullarına ampirik algılama içinde bakan insanın, kısıtlı bir duruma indirgenmiş bugünkü ‘kitle toplumu’ insanının beğenisi.”
Öküzün A’sı kitabında Barry Sanders da konuya farklı bir pencere açar ve kitapla bugünkü gidişatı şöyle ilişkilendirir:
“…Kitabı terk eden her insanın içinde çok daha sinsi değişiklikler gerçekleşiyor. Kitabın yitip gidişiyle modern toplumu bir arada tutan en değerli araç, üzerinde vicdanın ve pişmanlıkların ve en önemlisi benliğin yazılı olduğu içselleştirilmiş metin de ortadan kayboluyor.
Cehalet geride sadece insanların kabuklarını bırakıyor; korkunç bir duruma düşen bu hayaletleri sokaklara salıyor. Bu insanlar yaptıkları şeylerden, neden oldukları en vahşi ve en iğrenç olaylardan ötürü vicdan azabı, üzüntü ya da suçluluk duymuyorlar. Toplumun, kendilerini ancak bir bilgisayarın donuk ışığında hareket eden imgeler kadar gerçek hisseden bu hayaletlerden korkması gerekir. Onlar için başkaları da ancak kendileri kadar gerçektir. Bu koşullar altında her şey olabilir Ve olmaktadır da zaten. Davranışları tam anlamıyla antisosyal hale gelmiştir.”
Şimdi sen de
herkes gibisin!
Vasatın bu yükselişi teknolojik araçlar sayesinde kendini ifade etmenin türlü yollarını eline geçirenler için ne anlattıklarına, nasıl anlattıklarına, doğruluğuna ya da yanlışlığına bakmadan yazma ve konuşma cüretini kazandırdı çoğu bünyeye. Yazarlar, gazeteciler, sanatçılar, bilim insanları özellikle sosyal medya sayesinde gökyüzünden yeryüzüne indiler; daha ulaşılabilirler artık -hoş bunun avantajları da yadsınamaz- ancak pek çoğu için bu bir avantajdan ziyade bir küçümseme, aleladeleştirme fırsatı doğurdu. Bilgi, bilim, düşünce, emek, ilim, alim yadsınır oldu. Büyük, kara bir “hadsizlik” bulutu çöküverdi üzerimize. Kavimler Göçü Ortaçağ’ı, Fransız İhtilali Yakın Çağ’ı başlatmıştı. Televizyonun, internetin ve sosyal medyanın yarattığı değişimle gereksiz ve sahte özgüvene sahip hadsiz, hudutsuz ahlak edinememiş, vasatı yücelten insanlar sayesinde sanırım tarih bu dönemi vasatokrasinin gölgesinde “Büyük Hadsizlik Çağı” olarak adlandıracaktır.
Bunca vasatlığın ortasında yüzümüzü geçmişe dönüyor, son sığınak olarak nostaljiyi görüyor, mutluluğu orada arıyoruz. Ancak şu an yaşadıklarımız Marquez’in kitabındaki Santiago Nasar gibi, etrafa dağılan bağırsaklarına bulaşmış toprağı temizlemeye çalışan bir kaybın son çırpınışları. Binlerce yılda oluşan, bizi insan yapan değerler, duymak isteyenler için haykırıyor hâlâ.
Duyuyor musunuz?
–”Beni öldürdüler!”