Ayşe Naz Hazal Sezen
Literatürde aşk
Aşkın, nörobiyolojik olarak en küçük canlılık emaresinin içinde incelemesinin, evrimleşmiş bir bağlılık olarak aşkın hayatta kalmaya dair ürün olabileceğinden bahsedilmesinin, analitik bakışta aşkın eksik narsist benliğimizi tamamlamaya yönelik olabileceğinin anlatılmasının tek bir ortak yönü var: hala aşkı anlamak istiyoruz.
Zaman değişir, mekân değişir, öteki değişir ama aşk oradadır.
Aşkın peşinde büyücülere giden, iksirleri içen de aynı umudu taşır; kelimelerin yağmurunda şiirlere sığınan, kitaplara iltica eden de.
Binlerce yıldır mırıldanılan bir efsane, haykırılan bir hikâye, söylenen bir şiir; edebiyatın vazgeçilmezi, inancın esansı, filozofların konusu AŞK. Herkes için tanımı ayrı, anlatımı farklı bir tecrübe. Aşkı yüceleştirdiğimizden midir, aşkın(ın) yüceliğinden midir, bilinmez; tarihin aydınlatılan dehlizlerinden birçok kez aşk çıkar karşımıza. Zaman değişir, mekân değişir, öteki değişir ama aşk oradadır.
Değişenin içinde kendi yerini sabitleyen aşk, ölümsüzlüğü elde etmek için umuda tutunmuştur. Mutualist bir ilişkidir aralarındaki; umut var oldukça aşk, aşk var oldukça umut vardır. Aşk, umutsuz kaldığında varlığı tehlikeye giren insan için bir yaşam illüzyonudur. Düştüğü cennetine dönüş, ayrıldığı memeye kavuşmanın umududur. Aşkın peşinde büyücülere giden, iksirleri içen de aynı umudu taşır; kelimelerin yağmurunda şiirlere sığınan, kitaplara iltica eden de.
Aşk, her âdem için benzemez biçimde deneyimlendiğinden, kıyaslaması zor, ölçümü güç bir duygudur. Herkes için başka bir anlam taşır. İşin içine kültürel alt yapılar, toplumsal değişiklikler ve dönemin ruhu da katılınca, aşkı teorik zemine çekmek güç bir hal alır. Bilimsel araştırma alanına dahil edilmek istenen aşk, nörolojik bulgularla, genetik, evrimsel veya sosyolojik olarak açıklanmaya çalışılsa da açıklayanın bakış açısına mahkûm kalır. Keza şu an yazanın ve okuyanın yaptığı gibi…
Aşk Kuramları
Aşkın, çok tanımlılık halinden sıyrılamayan araştırmacılar, aşkı bilimsel araştırma dünyasına alabilmek için yirminci yüzyılın sonlarına doğru aşkın türlerini sınıflandırmakla başlamışlar. Aşk konusunu ampirik ele alan ilk kuramcılardan biri olan Zick Rubin, sevgi ve hoşlanmanın ilişkili olsa da farklı düşünce, davranış ve duygu barındığından bahseder. Rubin’e göre aşkta yakınlık, gözetme ve bağlanma esastır. Âşık olunan ötekiyle diğerlerinden farklı olarak daha rahat ve özel şeylerin konuşabildiğinden; duygusal bir bağ kurulmanın yanı sıra âşık olunan ötekinin mutluluğunu daha çok önemseyebildiğinden bahseder. Stenberg ise aşk üçgeni teorisiyle yakınlık, tutku ve bağlılığı önceler; ilişkilerde de bu üç ögeden ikisinin genellikle baskın olduğunu gözlemler. Aşk üçgeninin eşzamanlı olarak eşit olduğu aşk türüneyse bütünleşmiş aşk (consummate) der, lakin bu tip aşka pek rastlanmadığını not düşer.
Aşkın Renkleri
Aşkı daha çok boyutlu ele almanın gerekliliğini fark eden Lee ve Hendrick, ebeveyn tutumlarından başlayarak, kültürün, etnik kökenin, kişisel tarihin aşk stillerini etkileyeceğinden bahsederek aşkı çok boyutlu incelemeyi önerirler. Aşkın doğuşu felsefenin ve yuvası edebiyatın kaynaklarından beslenerek, tutkulu aşk (eros), arkadaşça aşk (storge) ve oyun gibi aşk (ludus) stillerinden bahsederler. Birincil kabul ettikleri bu stillerin kombinasyonlarıyla, ikincil stil olarak daha boyutlu aşkı biçimleri olacağını anlatan Lee, aşkı renk analojisinden destek alarak da açıklamaya çalışır: kırmızı, sarı ve mavi. Doğadaki renklerin bu üç rengin farklı miktarlarda bir araya gelmesinden diğer renklerin ve tonlarının oluştuğunu ve diğer tüm aşk stillerinin üç temel aşk stilinin çeşitli oranlarda birleşimiyle oluştuğunu anlatır. Aşkın renkleri olarak literatürde yerini alır.
Çok boyutlu aşk
Fiziksel çekiciliğin ön plana çıktığı tutkulu aşk stiliyle eğlencenin ön planda olduğu, keyifli bir yaşantının ya da oyun algısının kendini gösterdiği oyun gibi aşk bir araya geldiğinde sahiplenici aşk (mania) ortaya çıkar. Sahiplenici aşıklar, ilgi ve sevgiye doyamayan aşıklardır. Mütemadiyen alakadar olunmasını isterler; sevgilerini/sevgililerini -ayrışmamışlardır- kaybetmekten yoğun biçimde korkarlar. Dış dünyalarında yaşadıkları ufak bir hayal kırıklığı, iç dünyalarında balaban bir güven yıkımını tetikler.
Birbirini gözetmenin, benzerlik ve ilginin paylaşımının ön planda olduğu arkadaşça aşk ve oyun gibi aşk bir araya geldiğinde, uyum içinde olmayı isteyen; bu uyumu kurmak için partnerinin mesleğini, ailesini, eğitimini, dünya görüşünü göz önüne alan mantıklı aşk (pragma) ortaya çıkar. Tutkulu aşk ve arkadaşça aşk stillerinin bir araya gelmesiyle de özgeci aşk (agape) doğar. Aşık kişi, sevdiği ötekinin mutluğunu için kendini ona adar.
Aşka bakarken gökyüzünden destek alan Aron, yakın bir ilişkiye girme ve bu ilişkiyi devam ettirme istemiyle ortaya çıkan davranışların, bilişlerin ve duyguların aşkı oluşturan takım yıldızı olduğunu söyler. Kendi kendine genişleyen aşk modelinde, âşık olduğunda tamamlanan, kapsanan ve benliğimizin genişlediğine dair duygu oluşturan kişilere âşık olduğumuzu ileri sürer. Âşık olma halidir benliği zenginleştiren ve libidinal yatırımı arttıran. Chasseguet-Smirgel karşılıksız aşkın dahil olmak üzere sevginin egoyu zenginleştirdiğine inanır.
Yıllar geçtikçe, araştırma alanları genişledikçe, akademik literatür de aşk hakkında zenginleşiyor. Adı geçen kuram ve kuramcılar akademik literatürde aşkı ele alan araştırmaların sadece birkaç yılına aitler. Aşkın, nörobiyolojik olarak en küçük canlılık emaresinin içinde incelemesinin, evrimleşmiş bir bağlılık olarak aşkın hayatta kalmaya dair ürün olabileceğinden bahsedilmesinin, analitik bakışta aşkın eksik narsist benliğimizi tamamlamaya yönelik olabileceğinin anlatılmasının tek bir ortak yönü var: hala aşkı anlamak istiyoruz. Yüzyıllar geçiyor, insan değişiyor; ancak insanın aşkı anlama çabası değişmiyor. Aşk üzerine literatüre bakmak, insanı anlamak için sadece içinde bulunulan çağa bakmak gibi. İşe yarar ama yetersiz. Aşkı anlamak için biraz daha geçmişe, biraz daha geleceğe biraz da kendimize bakmak gerekiyor.