Ayşe Naz Hazal Sezen

Ayşe Naz Hazal Sezen

HÜZNÜMÜ GERİ VERİN

Bastırılmış hüzün, tepkisel hüzünler üretir; en başta da öfke. Bütün olumsuz atfedilmiş duyguları yenmek için öfkeleniriz. Bizi yere serebilecek hüzne karşı öfkemizle dimdik dururuz, durduğumuzu sanarız. Oysa, öfkemiz güçsüzlüğümüzdendir. Üstlenmediğimiz hüznümüzün ortaya çıkma çeklidir. Yoğun nefret, engellenmişlik duygusu, sabırsızlık, felaket tellallığı ve adamsendecilik de bastırılmış hüznün tepkisel hüzne dönüşmüş yüzleridir.

İnsan, dış dünyada soluklanmayı sağlayacak bir boşluk bulamadığında iç dünyasında boğulmaya başlar.

Hüznün davetini kabul ettiğimizde zamanın kaybını kabul ederiz. Hızlanma çağına ve hızlanmış topluma gecikir; fakat kendimize yetişiriz.

Mutluluk diktatörlüğü[1] ve hızlanan zaman iş birliği içinde hüzün, melankoli, üzüntü, yas, kaygı, korku gibi “olumsuz” nitelenen tüm duyguları dışlamaktalar. -Yetişilmesin gerekenin ne olduğunu bilmeden- yetişmek için acele etmeye mecbur bırakılan bu çağda olumsuz duygu ile kaybedilecek kadar zaman yok. Pozitif kalmalı (!), olumsuz atfedilen bu duygular ne pahasına olursa olsun bastırılmalı ve sonlandırılmalıdır. Zira, insan acı içindeyken, kederi hissederken, yas tutarken ya da hüzünlüyken zaman farklı akar; bazen yavaşlar, bazen gerçekliğin dışına çıkar. Günler aylar kadar uzun, aylar birkaç saniye kadar kısa hissettirir. Zaman algısı, deneyime dönüşür. Kontrol altına alınmış zaman akışı kaybolur. Kişinin içinde bulunduğu duygunun yoğunluğunda ilerlendikçe “öznel zaman” korunur.

Zamanın belirlenmiş olandan sapması, öznel zamanın kurtarılması; yani sermayenin kullanılamaması anlamına gelir. Zamanı, herhangi bir kaynak gibi kullanabileceğimize inandığımız hızlandırılmış çağda can sıkıntısı, hüzün, melankoli, yas gibi sebeplerle kaybedilecek zaman yoktur. Kaynağımız bu tarz yavaşlamalarla tüketilmemelidir. Bu sebepten dolayı, olumlu atfedilen sevinç, neşe, haz gibi duyguların yaşanması daha uygun olacaktır. Zira “pozitif” duygular zamanın hızlı deneyimlenmesine yardımcı olur ve zaman kaybedilmez. O halde hüznün önünü kesmek gerekir.

Hüzne karşı ilaçlar

Hüznü, melankoliyi, korku ve kaygıyı “yenen” ilaç tedavisi hızlı çözüm olarak karşımızdadır. İlaçlar sayesinde süratle matemimizden kaçabilir, hüznü alt edebilir ve tempoyu bozmadan devam edebiliriz. Bu sayede hem uyumsuz olup dışlanmaz hem de zaman kaybı yaşamayız. Zaten bizler “arkaya bakacak” kadar çaresiz, acı çekecek kadar güçsüz ya da kaybeden değilizdir (!). Lakin, bu kadar bastırılmış hüzün, tepkisel hüzünler üretir; en başta da öfke. Bütün olumsuz atfedilmiş duyguları yenmek için öfkeleniriz. Bizi yere serebilecek hüzne karşı öfkemizle dimdik dururuz, durduğumuzu sanarız. Oysa, öfkemiz güçsüzlüğümüzdendir. Üstlenmediğimiz hüznümüzün ortaya çıkma çeklidir. Yoğun nefret, engellenmişlik duygusu, sabırsızlık, felaket tellallığı ve adamsendecilik de bastırılmış hüznün tepkisel hüzne dönüşmüş yüzleridir. [2] Sokaklara yayılan nefret söylemleri, toplu taşımadaki öfkeli yüzler, sabırsız insanlar, umursamaz bakışlar, hüznünü yaşaması yasaklanmış, ilerlemesi ve hızlanması tembihlenmiş bir toplumun, bireysel olarak hüzne karşı kullandığı savunma mekanizmalarının bir sonucudur.

Vurdumduymaz bir nesil

Hızlı, çok hızlı, aşırı hızlı gitmek isteyen toplumlarda her kayıp katlanılması daha da zor bir durum. Özellikle gençliğini yitirmiş olan yaşlılar. Yaşlanma emarelerini durdurmaya çalışmak bir yana dursun, yaşlılık evresi sürekli daha ileri yıllara ertelenerek reddedilmeye çalışan bir olguya dönüyor. Yaşlılıktan ikrah eden sistem, gençliği yüceleştirirken gençlerin kendi zamanını öznelleştirmesinin önünü kesiyor. En başından itibaren acele etmeyi öğrenen yeni nesiller öznel zamanlarını kurtaramayacaklarını fark ettikleri andan itibaren vazgeçiyorlar. Hızlanma çağında, bir önceki neslin yeni nesli en çok eleştirdiği boyutlardan biri umursamazlık. Vurdumduymaz tavırlarıyla dikkat çeken genç nesil, aslında harekete geçmeden pes etmiş bir nesil. Küçük yaşlardan itibaren geç kalmışlık hissiyle büyüyen gençlik, süreğen olarak zaman yokluğunu deneyimlemektedir. Sıkılmaya vakti olmayan, başıboş dolanamayan, duygularını yaşamakla, hatta duygularını keşfetmekle kaybedecek zamanı olmayan gençler, öznelleştiremedikleri zaman karşısında erkenden yenilgiyi kabul etmişlerdir. İnsan, dış dünyada soluklanmayı sağlayacak bir boşluk bulamadığında iç dünyasında boğulmaya başlar. Bilhassa genç nesil, soluk almaya imkânı vermeyen hızlanmış toplumun ve aceleci ebeveynlerin arasında nefes alacak boşluk bulamadığından, boğulmayı kabul etmiş ve kayba karşı duyarsızlaşmışlardır. Daha önce kaybı, sıkıntıyı veya hüznü deneyimlemiş, özel zamanını bir yere kadar kurtarmış olanlara göre genç neslin başlamadan kaybı kabullenmeleri pek anlaşılabilir bir durum olmayabilir.

Hüzün değişim gücünü taşır

Hızlanma çağı zamanı kaybetmememizi; yani zamanı öldürmememizi öğütlerken, kendi belli etmeden zamanı öldürür ve bunun için acı çekmemize, matem duymamıza dahi izin vermez. Olumsuz atfedilen duygularından dolayı özneyi suçlayan hızlanma çağı bunu yasaklamıştır. Özellikle hüznün yasaklanması nesnel zamanın korunması içindir. Zira hüzün, insanları öznel zamanına çeker ve nesnel zamana karşı duyarsız bıraktırır. Varoluş acısını deneyimlemekten çekinmeyen her özne kendini hüznün kollarında bulur.  Hüzün, insana kendine ait duygulara erişmesi bir boşluk yaratır. Bu boşluğun içinde kronolojik akış yerini kişisel akışa bırakır; bilinen zaman tahrip olur.  Sonucunda kendimize erişiriz. Merkezimizi bulur, kendimizle buluşur, ‘ben’ çekimimize kavuşuruz. Hüzün, melankoli, moral bozukluğu ya da depresyon olmak zorunda değildir. Kendine ait bir değişim gücü taşır.[3]

Hüznün açtığı kapıdan kendimize doğru ilerlediğimizde, bu yarıkta oyalanma imkânı elde ederiz. Oyalanmak ise zamana uymamayı, bir şeylere ya da bir yerlere geç kalmayı, temponun dışına çıkmayı göze almak demektir. Hüzün, eyleme geçme ve sevinci hissetmeden önceki adımdır. Ancak geç kaldığımızı hissettirir. Bu gecikme, bilmediğimiz yetişilmesi gerekenin neresi olduğunu bilmediğimize değil, bu talebe gecikmedir. Hüznün davetini kabul ettiğimizde zamanın kaybını kabul ederiz. Hızlanma çağına ve hızlanmış topluma gecikir; fakat kendimize yetişiriz. Öznel zamanımıza kavuşur, yiten zamana ağlar ama harekete geçer ve büyürüz. Hüzünden geçer sevince ulaşırız. Kendi hızımızda, kendi zamanımızda, tüm duygularımızla hızlanan zamana karşı “ben” çekiminde kalarak direniriz.


[1] Daha detaylı bilgi için Pencere Pazar- 27.02.21 tarihli “Mutluluk Diktatörlüğü” yazısına bakabilirsiniz.

[2] Gecikmeye övgü

[3] Anne Dufourmantelle, Riske Övgü Kitabında hüzün deneyiminin dönüştürücü olduğundan bahseder.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Naz Hazal Sezen Arşivi