Ayşe Naz Hazal Sezen
“BEN” Çekimsiz Ortam
“Sürekli koşuyor ama hiç yetişemiyor gibiyim” … Aidiyeti sorgulatan, geç kalmışlık hissini perçinleyerek istikameti yaşamdan fariğ olma isteğine yönelten, mutluluğu başarının omuzlarına konduran ancak başarıyı tanımsız bırakan bu devrin yarattığı albeniye kapılmış bir haldeyiz. Yapılması gerekenler listesi durmaksızın uzuyor, lakin tamamladıklarımızın sayısı artmıyor. Keyif almadıkça anlamlandırılması zorlaşan bu ölümlü alemi sadece görev bilinciyle yaşanarak, anlam arayışında sınıfta kalmaya müsait hale geliyoruz.
Vaktimizi boşa harcamadan çağa yetişmek için artan süratimizle benliğimizin çekimini kaybederek, kendimizi sosyal medyada, anlamsız ilişkilerde, derinleşmeyen diyaloglarda, e-posta kutularında, mesai sınırı konulamayan işlerde, hızlandırılmış videolarda, kısacası ben çekimsiz ortamlarda süzülürken buluyoruz.
“Baba, karıncalara şeker bırakarak, takip edip yuvalarını buldum. – Bravo oğlum! Vaktini derslerin yerine böyle saçma şeylerle harcamaya devam et ki büyüyünce işsiz kalasın.
Ortaokul çağına gelmeden şahit olduğumuz benzer diyaloglarla ders çalışmak yerine yapılan her şeyin vakit kaybı olduğunu öğrenecek, çocuk ve ergen olmanın gerekliliklerini yerine getirirken de derinlerde boşa giden vakit için suçluluk hissi besleyecektik. Şahit olduğumuz diyaloglardaki cevaplarda tariz söz sanatının kullanıldığını öğrenmemiz ise lise yıllarını bulacaktı. Bütün bu istihzaların ardında vaktini boşa harcama öğretisi hep zihnimizin içinde çınlamaya devam edecekti. Ve etti de. Geleceğe dönük bir şeyler yapmamak vaktini boşa harcamaktı, vakit nakitti, vakit boşa giderse nakitte gelecek gibi belirsiz olurdu. Nakitsiz yaşam öğrendiklerimiz ve içinde bulunduğumuz döneme aykırı kalacağından ve aykırı olan kimse istemeyeceğinden (!) vakit kaybetmeden, belirlenen kalıplarla büyümek gerekirdi.
O zaman anlatılacak hikâyenin sonunu tahmin etmekle vakit kaybetmeden, genel söyleyiş biçimiyle ifade edersek, vaktimizi boşa harcamadan konuya dönme zamanıdır.
Koşuyorum ama yetişemiyorum!
Son zamanlarda çevremde sıklıkla yankılanan bir ifade: “Sürekli koşuyor ama hiç yetişemiyor gibiyim”. Daimî bir şeylere geç kalmışlık hissi sarmış olmalı ki zihnimizi, zaman belirlediğimiz aralıklarla geçmesine rağmen kimse zamana yetişemiyor. Sanki birileri çağı layıkıyla yaşıyor ama biz o birilerine dahil değilmişiz gibi bir ruh hali hâkim çoğunluğa. Aidiyeti sorgulatan, geç kalmışlık hissini perçinleyerek istikameti yaşamdan fariğ olma isteğine yönelten, mutluluğu başarının omuzlarına konduran ancak başarıyı tanımsız bırakan bu devrin yarattığı albeniye kapılmış bir haldeyiz. Yapılması gerekenler listesi durmaksızın uzuyor, lakin tamamladıklarımızın sayısı artmıyor. Keyif almadıkça anlamlandırılması zorlaşan bu ölümlü alemi sadece görev bilinciyle yaşanarak, anlam arayışında sınıfta kalmaya müsait hale geliyoruz.
Tozlu rafların, unutulmuş klasörlerin müdavimi olması adına yetiştirilmesi gereken dosyalar var. Yan yana koyulup, alt alta dizilip, birbirine çarptırılıp sonra ayrıştırılması gereken rakamlar var. Cevaplanması gereken e-postalar, yetişmesi gereken projeler, okunması gereken kitaplar, izlenmesi gereken filmler, dinlenmesi gereken müzikler, yetişilmesi gereken kurslar… Sayılması dahi zaman gerektiren aktivite listelerimiz var. Vaktimizi boşa harcamadan hepsini gerçekleştirmeliyiz. Kendimizi gerçekleştirmek için sinematik bir dünyanın zevkine dalmak yerine filmleri bir buçuk katı hızla izlemeliyiz. Okunması gereken bir kitaba önce dokunmak, koklamak ve sonra içine dalmak yerine domatesleri keserken arkada birinin bizim için okumasını tercih etmeliyiz. Böylece kendi iç sesimizin ve iç ritmimizin kuracağı hayali dünyada vaktimizi boşa harcamayarak çoklu görev yaptığımıza inanabiliriz.
“Ben” Çekimsiz Ortam
Çoklu görevler eşliğinde yetişmek için emek sarf ettiğimiz bu çağın ruh halimiz üzerindeki marifetli dokunuşuysa, ne kadar hızlanırsak o kadar yetişebiliriz algısı yaratabilmesi. Oysa aynı hızla benlik çekimimizden de uzaklaşıyoruz. Uzaya çıkarken, roketin içinde yavaş yavaş yerçekiminin kaybolması gibi. Vaktimizi boşa harcamadan çağa yetişmek için artan süratimizle benliğimizin çekimini kaybederek, kendimizi sosyal medyada, anlamsız ilişkilerde, derinleşmeyen diyaloglarda, e-posta kutularında, mesai sınırı konulamayan işlerde, hızlandırılmış videolarda, kısacası ben çekimsiz ortamlarda süzülürken buluyoruz.
Benliğimizin kendini bulma süreçleri keşfe dayalıdır. Ebeveynlerin keşfi, dış dünyanın keşfi, iç dünyadaki yankılarının keşfi, nelerin sevildiğinin, nelerden hoşlanılmadığının, canın sıkılınca neler yapabileceğinin, yeteneklerinin keşfidir. Tüm bu keşifler ise deneyimlerin ürünüdür. Dış ve iç dünya deneyimlendikçe benliğin köklerini oluşturacak karakteristik yapılar doğar. Keşiflerin anlaşılabilmesi, kendiliğin tanınmaya başlaması için tekerrürler önemlidir. Kolomb’un Amerika kıtasını keşfettiğinde ilk Hint adası sanması benzeri tek seferlik deneyim yanıltabilir. Bazı tekrarlar kendimize giden patikaları yollara dönüştürendir. Lakin yaşadığımız çağın vaktini boşa harcamama öğretisi “bu rotadan bir kez sefere çıktın, bir daha çıkıp zaman kaybetme” diyor. Yüzeysel, hızlandırılmış ve tekrar edilmeyen deneyimler kendiliğe dair bir yanılgının içinde kalma olasılığını, ayrıca ben çekimsiz ortamlarda sürüklenme ihtimalini artıyor. Patikada tekrar tekrar yürünmedikçe, otlarla kaplanan izleklerden kendiliğe ulaşmak da bir o kadar zorlaşıyor. Kendimizin dahil olmadığı, daha açık bir ifadeyle gerçek kendiliğimizden bir yansımanın bulunmadığı ben çekimsiz ortamlarda takındığımız sahte kimliklerse adım adım bize dönüşüyor. Kendimizden uzak, tanımadığımız sahte bir ben’e.
Ben çekimine sabitlenemeyen yaratıcılık
Küçük yaşlardan itibaren kulağımıza çalınmış olan vaktini boşa harcamama öğretisi sıkılma becerisinin de önüne geçerek yaratıcılığa ket vuran unsurlardan birine dönüşmüş durumda. Çocukken bulutları benzetme oyunundaki engin hayal gücümüzün yerini ders kitapları alırken, büyüdüğümüzde parklarda boş boş dolanma keyfimizin yerini ivedi cevaplanması gereken e-postalar ve telefonumuza düşen bildirimlere bırakır olmuşuz. Sıkılmanın ve boş boş durmanın tetiklediği yaratıcılık da çoklu görevler olarak inandığımız bu hızlı geçişlerin arasında kayboldu. Kendiliğimizin çekim kuvvetinin en güçlü anlarından biri olan yaratıcılık anı da çekiminin etkisini ben çekimsiz ortamlarda kaybeder oldu. Ürettiklerimizin ben çekimiyle sabitlenerek sergilenmesine olanak olmaması, ötekilere sunulamaması, geri dönüp bakma imkânı doğurmaması ise başarısızlık duygusu perçinlenmeye devam ediyor.
Vaktimizi boşa harcamıyoruz, kendimizi keşfe dalıyoruz
Karıncaları takip eden bir çocuğun keşif sürecini boşa geçen zaman diye adlandırdığımızda, yol kenarında dinlenenleri cevaplanmamış e-postalarla kıyasladığımızda, yaşamadığımız bir dünyanın kapısını arayan filmleri zaman kaybetmemek için hızlandırdığımızda, aslında ben’in keşfinden de bir o kadar uzaklaşıyoruz. Kendimizi tanımak, bilmek ve anlamak için harcayacağımız vakti, boşa geçen zaman olarak yorumlamak, ben çekimsiz ortamlarda sürüklenmemize neden oluyor. Ara ara durmamız gerekli. Kendiliğimizin çekiminden kopmadan yaşamı keşfetmeye devam etmemiz ve dış gerçekliğin iç dünyamızdaki yankısını işitmemiz lazım. Oyalandığımız, sokaktan geçenleri izlediğimiz, mavinin seyrine daldığımız, yemeğimizi yerken telefonumuzu sessize aldığımız ve yapılacakları düşünmediğimiz küçük eylemlerde vaktimizi boşa harcamıyoruz, kendimizi keşfe dalıyoruz.