Aytuna Tosunoglu
YILDIZININ PARLADIĞI AN
İçinde kuzeyli rüzgârı üfleyen yağmurun başlamasıyla kendimi üniversite öğrencilerinin sahiplendiği bir kafede buldum. Hemen önümde yer alan masada öğrenci olduklarını bildiğim iki genç kadın ve iki genç erkek oturuyordu. Aralarındaki konuşmayı ister istemez duyuyordum.
Erkeklerden birinin ebeveyni elli bin Türk lirası kadar destek çıkabilecekmiş. Geriye kalan elli bin için bu hafta sonu hem halasıyla hem amcasıyla konuşacak. Konuşmaya giderken yanında babası olsun mu, olmasın mı karar veremediğini söyledi. Masadaki genç kadınlardan biri yalnız gitmesinin doğru olmayacağı yönünde görüş bildirdi. Kısa bir sessizlik. Herkes önündeki boş çay bardaklarına bakıyordu. Kafenin kapısı açılınca yağmurdan kaçanların arasında yaşlı bir köpek de girdi. Kimse oralı değildi. Köpek de oralı değildi, zaten. Ağır adımlarla önümden geçti ve sütunlardan birine sırtını dayadı. Gözleri kapalı oturdu, bir süre.
Dışarıda yağan yağmur şiddetini arttırdı. Kafenin camında damlalar birbiriyle yarıştı, aşağı süzülürken. Ve hepsi yerde, betonun üzerinde birikti. Diğer masalarda oturan gençlerin yüzünde aynı elli bin liranın eksik kalmasının, hesabın tam olamamasının verdiği endişeyi görmüş olabilir miyim? Herkes sessizdi. Kulak misafiri olduğum masadan yine aynı ses; “Bir de fazladan yedi bin dolar lazım olacakmış”, arkadaşı hemen bir hesap yaptı, yüz otuz bin lira daha, dedi. Endişeli ve şaşkındı. Vize işlemleri için ödenecek komisyon bu yedinin içindeydi. Çok para, dediler. “Yani sende yüz bin vardı da yedi bini mi bulamadın!” diye kinayeli konuştu, bir diğeri.
Bu genç arkadaşlar bir sene sonra gen mühendisi, bilgisayar mühendisi, lojistik mühendisi, jeoloji mühendisi olarak mezun olacaklar. Türkiye’de kendilerine bir gelecek görmedikleri için ağırlıklı olarak Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Fransa, İtalya, Kanada ve Avusturya’ya göçmek ve dönüş planı yapmadan oralarda yaşamak istiyor. Fakat neden yüzlerinde kurdukları hayalin küçük de olsa parıltısı yansımıyor? Neden hepsi yaşlı gösteriyor? Yaşanmışlıklar yüzlerinde şimdiden izler bırakmış. Yirmi beş yaşın heyecanı, kabına sığmazlığı nerede? Peki, bu gençler neden makul? Mantığa uygun davranmak, akılla hareket etmek için henüz erken değil mi… Delilik, neşe nerede?
Yirmi birinci yüzyıl gençlerinin yıldızının parladığı anlar Türkiye’de gerçekleşmeyecek, korkarım. Herkes Türkiye dışında başka yerlerde arıyor, şansını. Eksik kalan yüz otuz bin lirayı baba evinde otururken bir işte çalışarak biriktirebileceği fikri bana mı ait, ona mı bilmiyorum. Makul olan ben değilim. Asgari ücret gerçeğini görmezden gelebilen var mı… Peki, özgürlüklerin kararnamelerle nasıl kısıtlandığını?…
Irak’tan göçmek zorunda kalmış, gittiği ülkede ödüller kazanmış ressam Anish Kapoor, Rusya’dan göçmek durumunda kalmış ve gittiği ülkede Marks & Spencer markasını yaratmış Michael Marks, Jamaika’da hayatını zor kurtarıp ABD’ye göçmüş Bob Marley, Kiss grubunun üyesi Gene Simmons (annesi Avrupa’daki savaştan kaçmasaydı Gene doğar mıydı?) Karl Marx Almanya’dan İngiltere’ye göç etmeseydi Almanya’da yaşamına devam edebilir miydi? Bir de Freud var, meşhur Sigmund Freud. Avusturya’da Nazi baskısı boy göstermeye başladığında tası tarağı toplayıp İngiltere’ye göçtü. Albert Einstein var, Almanya’yı terk eden. Hepsinin hayatında kocaman bir delik var, bir türlü yamanamamış. Sızdırmış. Kanamış. Doğduğu topraklarda olamama, kalmama yarası bu delik.
Kafede sütuna yaslanıp oturan yaşlı köpek, yağmurun dinmesiyle hareketlendi ve kapıya yöneldi. Yanımdan geçerken laf attı bana, “Kocamışsın” dedi. “Sen kendine bak” dedim, gülerek. Yapacak çok iş var, daha. Hepimize düşen görev var. Yaşlanmaya zaman yok! Gençler okumaya başka ülkelere gitseler bile sonra geri dönmelerini, yıldızlarının parladığı ana şahit olmalarını sağlamak lazım.
Hayat başka ne ki?