Aytuna Tosunoglu
Yaşadığımız günler: Mágoa
“Ne anlama geldiğini biliyor musun” diye sordu. “Yok” dedim. “Nece?” diye sormamı bekledi sanıyorum. Sormadım. Nasıl olsa kendisi anlatır diye düşündüm. Çok geçmedi, az önceki sorusuyla ilintili olduğunu zannettiğim bir hareketle sağ elini yüzüme götürdü, yanağımda bir iki yeri dikkatle ve parmağıyla işaretliyormuş gibi çizdi, gördüklerinden emin, “Sende de var”, dedi. Duruşumu, gülümseyişimi bozmadım, sordum, “Kırışıklarıma bakıyorsan…” Lafımı bitirtmedi, “Mágoa, bu” dedi, fısıltıyla… Gözleri derinleşti.
Yağmur başlamadan evime gitmek istiyordum ama onunla yeni arkadaş olmuştuk ve ilk defa bu sefer yakınlık kurmuşuz gibi geldi, bana. Belli ki demek istediği bir şeyler vardı. Bir yüz kremi tavsiye edebilirdi. Yani, öyle anladım ben. İkimiz de cilde kendi parlaklığını veren sihirli hormonlarımızın son kullanım tarihini tüketmiştik. Elde kalanlar bayat değildi ama azdı. Kurtarmıyordu.
Mermerli terasın orasına burasına dağılmış naylon poşet, boş saksı, bir avuç çamaşır mandalı, kenara uçmuş paspas görüntüsü arasında iki tahta kasayı ters çevirip, birine oturdu. Diğeri benim içindi. Biz oturunca nereden çıktığını anlamadığım üç yavru kedi bacaklarımıza dolandı. İkimizin yüzünde ışıklar yandı. Anlatmaya başladı.
Kadınla, hasta anasına bakarken tanışmış. 10 yıl olmuş. Ben geleyim, teyzeye bakarım, haftada bir yıkarım, tecrübeliyim demiş. Hem paraya da ihtiyacı varmış. Kadının kızı o zaman 11 yaşındaymış. Kocayı çoktan boşamışmış. Kendisi ortaokula kadar okumuş ama kızını üniversiteye göndermeye yemin etmiş. Araya girdim, “Okuttu mu, kızı?”. “Okuttu tabii” dedi. “Bilgisayar mühendisi çıktı kız. Mezun oldu” diye de ekledi. Yavru kedilerden sarı olanı minik gözlerini dikti, bir bana bir arkadaşıma baktı, o sırada. Biz de ona. “Dişi, bu” dedi, “Kız suratı var, baksana…” Öyleydi, gerçekten.
Son iki yıldır sigortasını bile yapmış. “Kimin?” diye sormuş bulundum. Zira aklım minik sarı kediye kaydı. Sağ ön ayağı diğerine göre biraz daha dışa dönük duruyor olabilir miydi… “Bende duran kadının” dedi. “Hani kızını okutan”. “Evet, evet” dedim. “Sonra ne oldu?” “Oturduk, bu evde beraber. Ev işlerini, ütü, yemek, bulaşık, çamaşır işte ne varsa hepsini o yapıyordu. Annem göçünce ondan boşalan odayı buna verdim. Kızı zaten babasında kalıyordu. Evdi, kiraydı diye düşünmesine gerek yoktu.”
Anlattıklarının sonu nereye varacak, diye merak etmeye başladım. Oturduğu yerden hafif kalkıyormuş gibi yaparak evin kapısına doğru uzandı, kola asılı torbayı aldı, kucağına koydu. İki elini yanda birbirine sürterek temizlerken sordu, “Dut kurusu sever misin?” Torbayı açtı, dut kurularından ikram etti, bana. Üç-beş tanesi avuçlarımda, dinlemeye devam ettim. “Para biriktiriyor diye düşündüm, hep. Hani, ne varsa birlikte yiyoruz, içiyoruz. Alış-veriş bende. O da ne bileyim, kızına çeyiz düzüyordu diye düşündüm. Ben de alıyordum, bir şeyler. Hoşuma da gidiyordu… Bende çocuk yok, biliyorsun.” Hayır. Bilmiyordum. Başımı salladım, biliyormuşum gibi yaptım. Ağzımda dutun tadı. Anlattıkları gittikçe onu üzüyor gibi geldi. Minik sarı kedi önümüzden topallayarak koştu. Boş su kovasına çarptı, durdu. “Şunun şirinliğine, bak!” dedim. Aklımca üzüntüsünü bu defalık savacağım. “Ayağı sakat doğdu” dedi. İkimiz de sessizleştik.
İkimizin sessizliğinde evinde çalışan kadının beş bin oradan, yedi bin buradan derken etrafta tanıdık, paradan yana sıkıntısı olmayan kim varsa borç aldığını duydum. “Borç aldığını mahallede kimse söylemedi. Söyleselerdi her şey farklı olurdu” dedi, mırıldanarak. Ayıp kaçacak bir soru sormalıydım: “Neden borç almış?” “Bilmiyorum ki” dedi. Sessizliğe gömüldü.
Bir süre yerde top olmuş minik kedileri izledik. Dut kurusu yedik. Düşünmeden edemedim… Belki de kadın bir sevgili buldu kendine. Para yediriyor. Keyiflendim nedense. “Öyledir diye umuyorum” dedi, arkadaşım. “Bu benim düşüncemdi. Sesli mi söyledim?” diye sordum. Biraz şaşırmıştım. “İşten eve geldim, bir gün. Yok. Eşyalarını da toplamış. Haber vermedi”. “Kızı?” diye sordum. “Kızına da haber vermemiş” dedi.
“Beni üzen…” dedi, durdu. Minik sarı kedi sakat ayağını yaladı, o sırada. Devam etti, “Beni üzen gitmesi değil, bana açılmaması. On yıl aynı ev içinde yaşadık.”
“Ne zaman oldu, bu?” diye sordum. “Çok zaman önce” dedi. Ekledi, “Bazen dün kadar uzak, bazen yıllar kadar çabuk. Yakın.” O gün yağmur yağdı mı, hatırlamıyorum. Arkadaşımı mermer verandada minik kedileriyle bırakıp evime döndüm. Sonraki görüşmelerimizde bu konu hakkında konuşmadık.
Başka bir zaman, yine mermer terasta otururken kasabanın bir ve tek çek-yat yetkili satıcısı, aynı zamanda iktidar partisinin ilçe teşkilatı başkanı mıymış neymiş, kocaman arabasıyla toz saçarak geldi. Arabadan inmeden seslendi, “Var mı, bir haber?” Arkadaşım oturduğu yerden başıyla hayır dedi. Adam küfür etti. Gaza bastı, tekerlek yerinde şiddetle döndü, saçtığı tozun içinden geçerek bir kısmını kendisi yuttu, gitti. “En çok parayı bundan almış. Borç diye almış. İcraya verecek, gün sayıyor.” “Adresi bu evse?” dedim. “Burası. Haciz buraya gelir” dedi.
Sarı topal kedi büyümüştü. Kardeşlerini araba ezmiş.
Yüzü hep kederliydi, öyle hatırlıyorum. Birkaç ay sonra biz oradan taşınınca ilişkimiz tavsadı. Görüşemez olduk. Sonra bir gün, hiçbir neden yokken aklıma bir kelime geldi, “mágoa...” Nerede duyduğumu hatırladım ama ne anlama geldiğini öğrenmemiştim. Elimde ona ulaşabileceğimi düşündüğüm iki telefon numarasından birini çevirdim. Sesini duymak iyi gelecekti. İki kere çaldırdım numarasını, açıldı galiba. “Alo” dedim. Hemen konuşmaya başladı, “Aradığınız numara kullanılmamaktadır”. Hat kesildi. İkinci numarayı deneyecek enerjiyi kendimde bulamadım.
Sonra öğrendim. Haciz gelmiş.
Mágoa: Portekizce bir kelime. Uzun süre üzüldüğümüz şeyin bizde bıraktığı kalıcı iz demek. “Maagua” okunuyor.
Yeniden ÖG için. Bir de MG için.