Kerem Kırçuval
VİCDAN
Felaketlerin ardından kurulan cümleler ne kadar da hazırda bekliyor?
Komodin salonun orta yerinde, üzerinde en ufak bir tereddüt geçirilmemesi için ayna konmamış. Geniş bir çekmecesi var.
Çekmecede indeks var, sıralı. Harf sırasına göre dizilmiş, son derece tertipli. Felaketinize göre seçiyorsunuz çekmeceden ve konuşmaya başlıyorsunuz. Metnin ruhuna uygun olarak, mimikleriniz, duruşunuz hatta gözyaşlarınız ‘ilk kez’i’ oynuyor sadece. Sesinizin tonu “Bu da mı başımıza gelecek mi?” haykırışına ayarlı.
Böyle.
Özenle hazırlanmış, özenle dizilmiş indeksin olduğu o çekmece hayatınızın tüm yükünü sırtlamış gizliyor.
Acı günlerden çok acı günlerden geçiyoruz. Doğayı ve kurallarını ciddiye almamanın, aç gözlülüğün bedellerini ödüyoruz günahsız insanların hayatlarıyla, çocuklarımızla.
Akşam gülümsemeyi de bilen insan iken birdenbire rakam haline geliyoruz, toplanıyoruz, çıkarılıyoruz, bilimsel verilere bölünerek ulaşıyoruz. Çok korkunç değil mi?
Korkunç olan yitip giden hayatlarımıza o çekmeceden seçtikleri cümlelerle ilgi duyuyor gibi görünmeleri. Ağrıma giden bu. Boğazıma düğümlenen yalan söylemeleri değil yalanlarına inanmamızı beklemeleri. Yaptıklarının hesabını vermek bir yana utanma duygusunu, günah işlemenin acısını yanlarına yaklaştırmamaları. Kibirli naralarıyla, çıkardıkları gürültülerle feryatları, ağıtları susturacaklarını sanmaları. İnanın ağrıma giden bu.
İtiraz edenleri, yol gösterenleri ‘nemalanmakla’ suçlarken, felaket alanlarına giden tırları durdurmaları, yardım kolilerin üzerine yeni etiketler yapıştırmaları, toplanan yardımlara el koymalarının adına ne diyeceğiz?
Enkaz altındakilerin umudu madencileri üç gün bekletip, üzerinden atamadıkları ordu korkusu nedeniyle askeri yatakhanede tutmaları, dayanışma yerine koca koca laflarla saltanatlarından taviz vermemeleri yakıştırmayı hak etmiyor mu?
Ne olmalı o yakıştırma acaba? İçinizden geçenleri tahmin ediyorum. Ben ‘Vicdansızlık’ diyorum.
Ne enkaz altında bekleyenler ne kadınlar ne çocuklar ne yaşlılar ne gelecek ne kentler ne camiler; umurlarında değil. Olsaydı aklıma vicdansızlık gelmezdi.
Beceriksizlik kesmiyor yaşadıklarımızı anlatmaya, öngörüsüzlük, liyakatsizlik yetmiyor gördüklerimizi söylemeye.
Meğer kötülük de vicdansızlık da örgütlülüğü gerektiriyormuş. Sadece aşkın, sevginin, umudun adıyla anılmaz imiş örgütlülük. Bu felaket karşısında örgütlü, organize hareket edebilmek vicdansızlığa itiraz etmemek, yanlışa dur diyememek de aynı hükmü geri bırakır mı?
Bırakmaz.
“Üşüyorum baba” diyen o çocuğun sesi işitilmez, Diyarbakır’da enkazdan çıktıktan sonra babasının bulduğu arabayla hastaneye giderken o kız çocuğunun “Baba herkes mi öldü?” sorusu yaralamaz kalplerini.
Yetmiyor. Doğrular karşısında kontrol edemedikleri öfkeleri, herkesi hainlik ile suçlamaları, memleketin tek sahibini kendileri sanmaları, küfürleri, hakaretleri ne olacak?
Onlar da mı yok sayılacak?
Salondaki o komodin ile vedalaşmaktan geçiyor her şey. Aynasız o komodinin altındaki, tüm acılarımızı olağanlaştıran, sahipsizleştiren, sorumsuz kalabalıklar yaratan çekmecenin içindeki indeksten kurtulmamızdan geçiyor inanın.
Gerçeklerle yüzleşmek, oyalamamak, sahip çıkmak hakkıyla, o komodinin de çekmecenin de indeksin de arşivlerde bile yer almaması bizim büyük geleceğimiz.
“Acımız büyük, yaraları saracağız, konut için, konteyner için ihaleye çıktık, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, suçlular hak ettiği cezaları alacak” ezberinden vazgeçtiğimiz an başardık demektir.
Dolaştığım enkazlar arasında albümlere rastladım. Binaları yerle bir eden depremin gücü o albümlere yetmemişti. Enkazın altında sıkışanlar kurtulmayı beklerken mutlu anlarından karelerin doldurduğu albümler güneşe bakıyordu.
Dedelerin, anneannelerin, babaannelerin, torunların, evlatların, kendilerinin fotoğrafları ile doluydu o albümler. Kolonların, molozların altında ve soğukta; aç ve susuz yaşama umuduyla beklerken çekmeceden çekilen bir not yüksek sesle okunuyordu.
“Yaptık… Yine yaparız…”