Kaya Türkmen
Paris Anlaşması yaşatır…
Sir David Attenborough. Doğa tarihçisi ve yayıncı. 60 yıldır doğa belgeselleri yapar. Dünyada ayak basmadığı yer kalmadı. Yeryüzünde yaşayan bütün canlıları tanıttı bize. Yaşadıkları yerlere gitti. Filmlerini çekti.
Nasıl beslenirler? Nasıl avlanırlar? Nasıl çoğalırlar? Kendilerini nasıl korurlar?
Balta girmemiş ormanlara girdi, okyanus diplerine daldı, dağlara tırmandı. BBC gibi sınırsız maddi ve teknik olanağa sahip bir yayın kurumunu da arkasına alarak müthiş belgeseller çekti. Maymunları, kaplanları, yunusları, kaplumbağaları, kelebekleri ve daha nicesini ondan öğrendik.
Sir David, yeryüzündeki muhteşem biyolojik çeşitliliği bize anlatırken, o canlıların yaşam alanlarının insanlık tarafından nasıl tehdit edildiğini görmezden geldiği, işin o tarafına hiç değinmediği gerekçesiyle çok eleştirildi.
Doğa bir mucizeydi. Yeryüzünde hayat kusursuz bir ahenk içindeydi. Ama insan denen yaratık o ahengi bozuyordu. David’in bunu göz ardı ettiği söylendi.
Netflix’te “David Attenborough: Gezegenimizden Bir Yaşam” adlı bir belgesel var. 94 yaşındaki bilim insanının sessiz bir pişmanlık da içeren vasiyeti sanki.
60 yıldır doğayı izleyen bilim insanı, o gün ile bugün arasındaki farkları dile getiriyor. “60 yıl önce belgelediğim canlıların bir kısmı bugün artık yok” diyor. “Dünya’ya kötülük yapıyoruz” diyor. Doğayı nasıl tahrip ettiğimizi anlatıyor.
“Bu söylediklerim bir tanık ifadesidir” diyor.
“Yeryüzünde yaşamın başlangıcından bu yana (yani 4 milyar yılda), dünya, fosil yakıtların kullanılması nedeniyle 1 derece ısındı” diyor. “Benim doğduğum günden bu yana (yani 94 yılda) bir derece daha ısındı” diye ekliyor dehşet içinde… Ve o ısınmanın ne anlama geldiğini anlatıyor. Arka planda, yok olan ormanları, çölleşen ülke parçalarını, eriyen buzulları, can çekişen hayvan türlerini görüyoruz… Böyle devam ederse 20 yıl sonra, 30 yıl sonra, yüz yıl sonra nelerle karşılaşacağımızı düşündürtüyor size. Gözleriniz doluyor…
Belgeselin sonunda etkileyici ve ibret verici bir sahne geliyor. 1986 Nisan ayında, nükleer santralde meydana gelen patlama nedeniyle terkedilen, yani 35 yıldır insanın yaşamadığı Çernobil kentinin bugünkü manzarası gözler önüne seriliyor. Terkedilen binaları, sokakları ağaçlar kaplamış. Her yer yemyeşil. Sokaklarda tilkiler, geyikler ve türlü başka hayvanlar dolaşıyor. Doğa doğalığını yapmış ve kenti yeşile büründürmüş. Rahat bırakıldığında doğa yeniden hayat bulmuş, özgürce serpilmiş…
Küresel ısınma insan faaliyetinin bir sonucu ve sorunun çözümü insana düşüyor. Bütün ülkelerin bir araya gelerek harekete geçmesi ve bu felaketi durdurması gerekiyor.
Ülkeler bir araya geldi aslında. 1992 yılında imzalanıp 1994 yılında yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesiyle başlayan küresel çabaların bir aşaması olarak, 2015 Aralık ayında Paris’te bir anlaşma imzalandı. Dünyamızın Sanayi Devrimi öncesine göre en fazla iki derece ısınmasını, hatta tercihen 1.5 dereceden fazla ısınmamasını sağlamak için güçlerini birleştirmeye karar verdiler. Bunun için fosil yakıt kullanımını giderek azaltmayı, yenilenebilir enerjiye yönelmeyi vaat ettiler.
Anlaşmayı bugüne kadar 190 ülke onayladı. Trump, ABD’yi anlaşmadan çıkardı, Biden tekrar soktu…
Türkiye hâlâ onaylamadı. Bir de İran, Irak, Libya, Güney Sudan, Eritre ve Yemen.
Paris Anlaşmasının gereğini yerine getirmek, tüm ülkelere olduğu gibi, Türkiye’ye de ağır mali yükler getiriyor. Öte yandan, Türkiye’nin, OECD üyesi olması nedeniyle Çerçeve Sözleşmenin “gelişmiş ülkeler” sınıflandırması içinde yer alması, ülkemizi iklim değişikliğiyle mücadelesinde bazı dış finansal desteklerden mahrum bırakıyor. Paris Anlaşmasını henüz onaylamamış olmamızın nedeni özetle budur.
İklim değişikliği, yani küresel ısınma, bu dünyanın sonunu hızlandıran bir felaket ve o son hızla yaklaşıyor. Ancak bu felaketi durdurmak zor da olsa mümkün.
Türkiye’nin küresel çabaların dışında kalması bize yakışmıyor. Bunun siyasi ve ahlaki maliyeti ağır olur.
Paris Anlaşmasını onaylayalım.