Aytuna Tosunoglu
ORTAK
Roma İmparatorluğu’nun düşmesinden sonra dünyanın ezeli olmadığı ve dolayısıyla dünya dışılığın yani metafizik düşünce alanına giren şeylerin (çelişmesiz, değişmez ve gelişmez olarak düşünülen şeylerin – bir tanesi din, mesela) siyasi bir fenomen olabilmesiyle olanaklıydı. Bu da dünya dışılığın şu ya da bu şekil ve biçimde siyaset sahnesine hâkim olmasının önünü açmıştır. Biz şimdi başka nedenlerle ve farklı biçimde aynı durumu yaşıyoruz. Acıklı bir durum.
Dünya şeylerinin tüketimine ve hazza yönelik eğilimler, dünyanın herkesin ortak “malı” olarak görülmediği her türden etkileşimi daha da güçlendirdi. Arendt’in mealen dediği gibi, bir kamu alanının varlığı devamında insanları bir araya toplayan ve onları birbirleriyle ilişkiye sokan bir “şeyler” topluluğuna dönüşmesi sadece kalıcılığına bağlı. Yani, kamusal mekân mekân olacaksa bu bir nesilliğine kurulamaz. Sadece yaşayanlar için planlanamaz, ölümlü insanların yaşam sürelerini aşması gerekir.
Dolayısıyla bize bir aşkınlık gerekir.
Nedir buradaki aşkınlık?
Potansiyel bir yeryüzü ölümsüzlüğü yönünde bir aşkınlık. Bu ölümsüzlük olmadan ne siyaset ne ortak dünya ne de kamu alanı mümkün olabilir. Hem Arendt diyor bunu hem de Kierkegaard. Ortak dünya, doğduğumuzda içine dahil olduğumuz ölürken ardımızda bıraktığımız bir şey. Doğal olarak, bizim yaşam süremizi, ömrümüzü yani hem geçmiş hem de gelecek olarak aşar. Biz gelmeden önce vardı. Kısa uğrayışımızdan sonra da orada olacak. Dünyaya sadece birlikte yaşadıklarımızla değil eskiden yaşamış ve bizden sonra gelecek olanlarla da ortaklaşa sahibiz. Ama, diyor Arendt “…Böyle bir ortak dünya nesiller boyunca yalnızca kamuda göründüğü ölçüde varlığını sürdürebilirdi.” Devamında, “Atalarımız bu dünyadaki yaşamlarından daha kalıcı bir şeylere sahip olmak istedikleri için kamu alanına girdiler” de diyor.
Daha sonraları Sennett’in de sorguladığı gibi, günümüzde kamu alanının yitirilmiş olmasının belki de en iyi kanıtı ölümsüzlüğe duyulan sahici ilginin neredeyse tümüyle ortadan kalkmış olması olabilir. Aşkınlığımızı yitirdik.
Şimdi herkes bir kurtarıcı peşinde… Acıklı olan da bu.
Uzmanlık alanım olmadığı halde işin felsefi kısmına girdim bir de üstelik özet yaptım! Bireysel yaşamın faniliğine/gelip-geçiciliğine bir teminat, bir korunak, ölümlülerin ölümsüzlüklerine olmasa da göreli kalıcılıklarına ayrılmış mekanlarımızı toz duman ettik. Doğduğumuz mahalle, tepesine tünediğimiz ağaç yok. Oysa onlar teminatımızdı. Teminatlarımız bir bir eksilince bellek de oluşmuyor.
Eh! O zaman biz de kurtarıcımızı bekliyoruz.
Ortak yurt herkesin bir araya toplandığı bir yer olmakla birlikte kamusal alanı aynı ülküyle doldurması demek değil. Görülen, duyulan her şey anlamlarını herkesin farklı bir konumdan görüyor ve duyuyor olmasından alır. Kamu yaşamının anlamı bu zenginlik ve tatminden çıkar. Dikkatli bakarsak kendi ölümsüzlüğümüzü dahi kucaklama imkânı bulabiliriz. Kibirsiz, üstelik.
Derinlere inmek isteyenler için kaynak: Arendt’ten, Kierkegaard’tan, Heidegger’den, Kant’tan, Agamben’den, Kristeva’dan elinize hangi kitap geçiyorsa, artık. Biliyorsunuz, ikinci-el daha ucuz.