Aytuna Tosunoglu
Ne yaptığını düşün
Bizim onu nasıl anladığımız ile gerçeklik arasında bir çelişki ortaya çıkıyorsa büyük ihtimalle yazdıklarından pek bir şey anlamamışız demek. Hannah Arendt’den bahsediyorum.
Arendt’in yazdıklarını okumak belki de ilk kez “özgürlük” ve “yönetilmek” arasındaki temel farkı kavrama imkânı sunar. Etrafımızda dönen tüm siyasi faaliyetin doğasında var olan belirsizliği, muğlaklığı kabul etmeyi ve siyasete katılmanın önemini takdir etmeyi de onun yazdıklarından öğrenmek mümkün. Çünkü muğlak gördüğümüz alanda, siyasete girmiş kusurlu bireylerin ve kendini aşan bireylerin ayrışması ortaya çıkıyor. Bunun sıcak örneğini son seçim öncesi, sırası ve sonrasında tecrübe ettik, ediyoruz.
Hannah Arendt’in kitaplarını yeniden okumak güzel oluyor. Hele bir tanesi var ki çalışma masamın üstünden hiç ayırmadığım bir başvuru kitabı: İnsanlık Durumu. Bu kitap oldukça düşündürücüdür. Zaten İnsanlık Durumu ilk defa 1958’de basıldığında pek çok akademisyen tarafından Arendt’in felsefi başyapıtı olarak nitelendirilmişti. Kitabın “Ne yaptığımız üzerine düşünün” diyen vurgulu çağrısı aradan altmış beş yıl geçmiş olmasına rağmen eskimemiş, geçerliliğini koruyor.
Arendt’in, insanlık durumunun birincil faaliyetlerini tüm yönleriyle kavrama çabası, ideolojik yelpazede yer alan bizlerin an itibariyle mevcut siyasi işlevsizliğimizi nasıl teşhis ettiği ve olası tedavi fikirleri önemlidir. Onun belirttiği “vita activa” (aktif yaşam) üzerine çığır açan analizi, iki olgunun -siyasi işlev bozukluğu ve ideolojik kesinlik- birbiriyle yakından ilişkili olduğudur. Yani, Arendt’in değerlendirmesi hem sol hem de sağdaki birçok yurttaşımızın şu anda kınadığı, eleştirdiği sorunlu statükonun (öteden beri sürüp gidenin) her şeyden önce etrafımızda dönen hayat hakkında nasıl düşündüğümüzle yakından ilişkili olduğunu söyler. Arendt’in, bizim toplumumuz için de geçerli olan ve yaygınlığından ötürü standart görüşü karakterize eden “kutuplaşma”ya bir karşı teklif sunduğunu görmek mümkün. Kitap, özellikle bilim ve teknolojinin insan olmanın ne anlama geldiğini kavrayışımızı nasıl da alt üst ettiğini gözümüzün içine sokuyor.
Kutuplarına ayrılmış toplum inşasının aksine bizlerin, hepimizin özellikle de siyaset okuyucularının, siyasetin nasıl yürütülmesi gerektiğine dair solcular, ulusalcılar, muhafazakârlar, sağcılar ve milliyetçiler arasındaki temel ortak noktaları, anlaşma imkanlarını görmelerine yardımcı olmak için de yazılmış, İnsanlık Durumu. Arendt’in anlattıklarından kutuplaştırılmış toplumun demokratik özyönetim kapasitemizi nasıl incelikle baltaladığını da anlıyorum.
Özünde, bilimsel düşünme biçimlerinin insanın çevresindeki dünyayla ilişkilerini nasıl etkilediğini biliyoruz. Arendt de bunun altını çizerek ve Galileo’nun 17’nci yüzyıldaki bilimsel keşiflerinden başlayarak, akıllara durgunluk veren teknolojik ilerlemelerin dünyamızı, doğayı ve hatta insanlık durumunu anlama biçimimizi sürekli olarak değiştirdiğini iddia ediyor. Bunun nedeni, bilimsel düşünmenin “vita activa”yı oluşturan temel faaliyetlerin (yani emek, çalışma ve eylem) birbiriyle nasıl ilişkili olduğu üzerinde çok az fark edilen bir etkisinin olmasıdır. Arendt’e göre, bilimin kesinlik ve öngörüye dayandırdığı vurgu, insan etkileşimini, bu etkileşimlerin doğurduğu sorunları meydana geldiği zaman ve mekândan bağımsız olarak çözebileceği bir dizi teknik soruna dönüştürmüştür. Yine ona göre, bilimsel ilerlemenin insanları artık kolektif kararlar almak için siyasete ihtiyaç duymadıklarına inandırırken aynı zamanda yalnızca tartışma ve müzakerelerin cevaplayabileceği soruları gündeme getirdiğini iddia eder.
Halihazırdaki siyasi işlevsizliğimizi tedavi etmek istiyor muyuz? Mikrofona parodi konusu olacak cevapları vermek, sosyal medyada tıkırdamak hiçbir şey ifade etmiyor, toplum hakkında geçerli bilgi de vermiyor.
Siyaseti canlandırmak gerekli.
Ve “Ne yaptığımız üzerine düşünmemiz” …