MERİTOKRASİ DE NEYMİŞ, YAŞASIN MEDİOKRASİ!

Güreşçiler banka yönetim kurulunda, diplomasiden anlamayan siyasetçi eskileri büyükelçi koltuğunda, yirmi küsur yaşındaki pudracılar belediyelerde kültür ve sosyal işler müdürü olmuş, iki kelimeyi bir araya getiremeyen milletvekilleri mecliste oturmuş Türkiye Cumhuriyeti yasalarını yapıyor…

Yukarıdaki örnekler bize apaçık şunu söylüyor: Türkiye artık tam anlamıyla mediokrasinin ete kemiğe bürünmüş halidir. Liyakatsizlik daha önce de vardı. Ama hiçbir dönemde bu kadar ayyuka çıkmamıştı. Öyle bir dönemde, öyle bir anlayışla karşı karşıyayız ki, bilgisizlik, cehalet, vasatlık, hatta vasatın da altı olmak erdem sayılır olmuş memlekette.

Platon Devlet adı kitabında filozof krallardan söz eder. Ona göre, filozofların kral olması ya da kralların filozof olması gerekir (Platon, Devlet, Remzi Kitabevi 8. Basım, 473d). Filozoflar, bilim insanları bir kavramın ya da sistemin teorik olarak ideal halini anlatır. O idealin gerçekleşmemesi hatta bir ütopyaya dönüşmesi bunu pratiğe dökemeyen insandan, toplumdan kaynaklanır. Yani teorinin suçu yoktur aslında. Platon ‘filozof kral’ kavramını ortaya atarken tabii ki demokratik bir yönetimden bahsetmiyor. Zaten onun için demokrasi çok da matah bir sistem değil. Ama Platon’un düşüncesini demokrasi içerisinden de okumanın bir yolu var. Liyakat… Yani söz sahibi olanların, bulundukları makama uygun yetenekleri, bilgileri ve görgülerinin olması.

İşte bu noktada bugünün Türkiye’sinde durumlar biraz karışık. Halimizi ifade etmeye kalkınca tekerleme gibi cümleler kurmak zorunda kalıyoruz. Makam sahipleri liyakat sahibi olmadıkları için söz sahibi değiller. Ama daha doğrusu şu galiba… Makam sahipleri söz sahibi olmadıkları için liyakat sahibi olmalarına da gerek yok… Yok yok! En doğru tekerleme şu… Liyakat sahipleri makam sahibi olamadıkları için söz sahibi değiller. Bu sonuncusu sanırım son yıllardaki Türkiye bürokrasisini tanımlayan en doğru cümle.

E peki, mediokrasi olmasın da meritokrasi mi olsun memlekette? Tam anlamıyla bir meritokrasi de öyle matah bir şey değil elbette. Öyle bir düzende de halkın değil elitlerin egemenliği baş gösteriyor. Halk seçim yapabiliyor ama seçilemiyor. O zaman bunun bir ortası bulunamaz mı?

Gelin demokrasinin içine biraz meritokrasi katalım, bakalım nasıl oluyor?

Her şeyi değil ama ekip yönetmeyi bilen, ekibini işinin uzmanı olan insanlardan seçen bir devlet başkanı… İşinin uzmanı olan, kendi alanında ilerici politikalar üretebilen, gerektiğinde kriz yönetebilen bakanlar… Alt kadrosunu yetenekli, bilgili yani liyakat sahibi insanlardan oluşturabilen, kendisinden daha yetenekli gençlerden korkmak yerine onları tecrübesiyle eğitebilen, bir gün kendi koltuğunu doldurabilecek insanlar yetiştirebilen yöneticiler… Dış siyasetten anlayan; diplomasi geleneğinden gelmiş; bilgisiyle, görgüsüyle, duruşuyla ülkeyi temsil edebilen büyükelçiler, konsoloslar, ataşeler… Ekonomiden anlayan kamu banka yöneticileri… Bir yasa tasarısına evet ya da hayır dediğinde nelere sebep olabileceğinin bilincindeki milletvekilleri… Sırf eski bakan ve iktidara yakın bir kişi olduğu için değil de o işten gerçekten anladığı için bir devlet kurumuna yönetim kurulu üyesi olan insanlar…

Şimdi gelin bir de işin gerçeğine, içine mediokrasi katılmış demokrasimize bakalım…

Eşitlik ilkesiyle yola çıkıp, “herkes üniversite mezunu olmayı hakediyor” söylemiyle kendisini meşrulaştıran eğitim sistemimize bakalım. Daha bünyesinde görev alacak akademisyeni yetiştirmeden her köşeye ticarethane mantığıyla üniversite açarsanız, oralardan mezun olacak vasat öğrencilerle ancak vasat bir gelecek kurabilirsiniz. “Buralara öğretim görevlisi lazım” deyip önüne gelene doçent, profesör unvanı verirseniz, bir tane bile uluslararası makalesi olmayan, olamayan rektörlerle yönetirsiniz o üniversiteleri. Sonra o vasat hatta vasatın da altındaki akademisyenler çıkar, “bu ülkenin başına ne geldiyse okumuşlar yüzünden geldi” deyiverir. Siz de o adamın yetiştireceği gençlikten medet umarsınız.

Belediye meclis üyeliği dışında siyasi tecrübesi olmayan bir kişiyi bakan yaparsanız, bir siyasetçi olarak nerede ne konuşacağını bilemez. İcraatleriyle değil, kameraların karşısında ilk geçtiğinde kırdığı potlarla anılır.

Bu mediokrasi gelenek çevrenizi öyle bir sarar ki… Hiç haberiniz olmadan hiçbir vasfı olmayan, yirmili yaşlarında tecrübesiz bir genci belediyede Kültür ve Sosyal İşler Müdürü yapıverirler. Sonra onun etrafa saçtığı pudra şekerlerini temizlemek zorunda kalırsınız.

Diplomasiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan insanları büyükelçi yaparsanız, diplomatik manevralar da yapamazlar, ülkeyi dış politika alanında temsil de edemezler. Sizin de sözde ‘Ermeni Soykırımı’nı kabul eden ABD başkanı karşısında söyleyecek bir tek etkili sözünüz kalmaz.

Sonra bu mediokrasi içinize öyle bir siner ki… Kendi içinizde de yaşarsınız aynı sorunu. İletişimden hiç anlamayan biri gelir “şahane bir fikir buldum” der. Kendisi de vasat olduğu için fikrinin kötü olduğunun farkında değildir. Sonra başka bir vasat bu fikri kabul eder… Sonuçta rakibinizi karalamak için yaptığınız film sizi batırır, rakibinizi parlatır. Ve siz de alırsınız mediokrasinin sebep olduklarından payınızı.

Şu mediokrasi sevdasından bir kurtulsak, demokrasimiz mediokrasiyle değil de meritokrasiyle birleşse, biraz olsun ondan kopya çekse, iyi taraflarını kendisine entegre etse… Yöneteniyle, yönetileniyle daha eşitlikçi, daha adil, daha yaşanası bir ülke olmaz mıyız?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi