Aytuna Tosunoglu
KAÇIŞ
Ocak ayının on altıncı günü.
Dışarıda 14-15 derece bir hava var, serin. Rüzgâr kuvvetli değil ve uçmak için uygun. Uygun olmasa ne olur, o uçak hava karardıktan sonra mutlaka havalanmak zorunda.
Kentin her yerinden insan akıyor. Sayısı yüz binleri bulan halkın hep bir ağızdan bağırdığı ritmik sloganlar duyuluyor. Öyle ki, sarayın içindeyken bile duyuluyor sesler. Muhafızlar toplanan halkı saraya yaklaştırmıyor, ortalama bir kilometre çapında bir uzaklıkta tutuyor, kalabalığı.
Sarayın içinde işlerin programlandığı gibi gitmesi için yoğun bir çalışma var. Son bavullar da minibüsün içine yerleştiriliyor. Çocuklar çoktan Avrupa’da çeşitli kentlere gönderildi. Zaten onların Batılı pasaportları var, oralarda okula gidiyorlar. Yılın iki ya da üç ayı eve dönüyorlar, normal şartlar altında. Ülkelerindeki karışıklığın -büyük ağabey hariç- bilincinde değiller. Yaşları küçük. Zaten başka bir dünyayı yaşıyor onlar. Yıllık kazancı ortalama iki bin yüz altmış yedi Amerikan Doları olan ve sarayın içinden bile sesleri duyulan halk, az önce minibüsün içine özel kılıfında yerleştirilen Louis Vuitton marka bavulların tanesinin altı bin Amerikan Doları olduğunu bilmiyor, sadece aşırılığı, kendinden çalınan paraları biliyor.
Uçak gizlice havalandığında içindeki özel yolcunun ve eşinin nereye gideceği, nereye ineceği belli değil. Pilotlar da bilmiyor, üstelik. Havadayken yerle irtibata geçerek bir dizi görüşme yapılıyor. Uçağın daha üç saatlik yakıtı var, orada bir sorun yok. Nihayet eski dost, Mısır kralı “Rica ederim, ne demek, buyursunlar, bekliyorum” mealinde konuşuyor da Kahire’ye iniyor uçak. Kimsenin, dünyanın haberi yok, henüz. Louis Vuitton’lardan birinin kılıfı lekelenmiş.
Uçağın kargosu boşaltılırken dikkatinden kaçmıyor, yaverin.
Bin dokuz yüz yetmiş dokuz yılının, Ocak ayının on altıncı günü, İran Şahı Rıza Pehlevi ve eşi Farah bir daha dönememek üzere Tahran’dan kaçtı. Kaçarken yanlarındaki küçük çantada banka defterleri, çek defterleri, vekaletnameler, Avrupa bankalarındaki hesapların güvenlik kodları, banka kasalarının anahtarları vardı. Devamındaki on sekiz ay şah ve eşi için bir hayli çalkantılı geçti. Oradan oraya savruldular, ta ki Şah Rıza Pehlevi yirmi yedi Temmuz bin dokuz yüz seksende kanserden ölünceye kadar.
Monarşi çökünce yerine gelen İslami yönetim şah ve eşine ülkeden para çaldıkları savıyla dava açtı. Davanın ilk duruşması bin dokuz yüz yetmiş dokuz yılının Kasım ayında yapıldı. İran hükümeti, Şah’ı İran fonlarından otuz beş milyar Amerikan Dolarını zimmetine geçirmekle suçluyordu. Aynı anda Şah, New York’ta bir hastanede kanser tedavisi görüyordu. Savcılar ayrıca yirmi milyar dolarlık bir tazminat davası da açtılar. Bu paraların bir kısmı ülkeye geri döndü. Bir kısmı ne oldu, bilinmiyor.
Şah, ‘Dostum’ dediği dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter tarafından bir an önce hastaneden ve ülkeden çıkması için baskı gördü. Yattığı odanın önünde homurdanan Ulusal Güvenlik Servisi ajanları sonunda Şah’ın alması gereken ilaçları bir torbaya doldurup havaalanına kadar kendisine eşlik ettiler.
Şah ve eşi bir yere yerleşemedi. Ülkeden kaçtıktan sonra sırasıyla Mısır’a, Fas’a, Bahamalar’da Cennet Adası’na, Meksika’ya, arada ABD’ye tedaviye, oradan Panama’da Contadora Adası’na ve son durak yeniden Mısır’a gittiler. On sekiz ay boyunca oradan oraya… Paralarına bloke konduğu için yanlarında taşıdıkları çek defterlerini, banka hesaplarını, kasalarını filan kullanamadılar, üstelik.
Demem o ki.