Kaya Türkmen
Kâbil Havaalanı mı? Neden?
AKP’nin 2002 yılında iktidara gelmesi yurt dışında büyük ilgi uyandırmış, heyecan yaratmıştı. Batı’nın 11 Eylül saldırısının ardından İslam dünyasıyla sağlıklı bir diyalog kurma ihtiyacı duyduğu bir dönemde Türkiye’de seçim kazanan AKP, “Demokrasi” diyordu, “İnsan hakları” diyordu, “Özgürlükler” diyordu. “Laiklik” bile dediği kayıtlardadır. Kafaları karıştırıyordu açıkçası…
Fırtına gibi başladılar. Önceki hükümetin AB hedefiyle başlattığı reformlara hız verdiler. “Sessiz devrim” diyordu Batılı dostlarımız olan bitene.
İktidara gelir gelmez üç sıcak konuyu kucağında buldu AKP:
Avrupa Birliği, Kıbrıs ve Irak.
Bir nevi dış politika stajı oldu bu konuların idaresi yeni hükümet için. Dışişleri’nin kurumsal birikim ve yeteneği ile kadrolarının deneyim ve basiretinden yararlanmaktan vazgeçmemişti AKP henüz. Dış dünyanın açtığı kredi de işlerini kolaylaştırıyordu.
Zamanla işler çığırından çıktı.
Yönetim demokrasiden uzaklaştı, otoriterleşti.
İnsan hakları ayaklar altına alındı.
Özgürlüklerin önüne engeller dikildi.
Atatürk’ten miras “yurtta barış, dünyada barış” ilkesi zaaf olarak, pısırıklık olarak görüldü. Dış politikaya hamaset, popülizm, maceracılık, hesapsızlık, ilkesizlik hâkim oldu. İşler günlük kararlarla, ülkelerle ilişkiler yöneticiler arasındaki kişisel münasebetler yoluyla idare edilmeye başladı. Kurumlar, kurallar, ittifak ilişkileri yok sayıldı. Geleneksel dış politikamızın önde gelen özelliği olan öngörülebilirliği yok edildi.
Kurucusu olduğumuz Avrupa Konseyinde de, 70 yıldır içinde olduğumuz NATO’da da bu örgütlerin kuruluş değer ve ilkelerini paylaşmaya devam edip etmediğimiz sorgulanır oldu. AB ile ipler koptu.
Hal böyle olunca da savrulduk, bir o duvara, bir bu duvara toslamaya başladık. Herkesle aramız bozuldu. Yalnızlaştık.
İlişkilerimizin zarar gördüğü ülkelerin başında ABD geldi. Bu yılın başında göreve başlayan Başkan Joe Biden uluslararası ilişkilerde kurumlara, kurallara, yerleşmiş geleneklere, ittifak ilişkilerine, karşılıklı taahhütlere, insan haklarına, hukukun üstünlüğüne öncelik vereceğini vurgulayarak seçim kazanmıştı. Bu çerçevede Türkiye’ye yaklaşımı da belliydi. Seçim kampanyası sırasında ülkemizi birçok konuda ağır bir biçimde eleştirmişti.
Biden görevi devraldıktan sonra liderleri tek tek aradı. Haftalar, aylar geçti, sıra bir türlü Erdoğan’a gelmedi. 23 Nisan’da çalan telefonda ise ertesi günü yapacağı açıklamada 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak tanımlayacağını bildirdi. “Haziran ayında görüşürüz” dedi, kapattı. NATO zirvesini kastetmişti.
14 Haziran’da yapılacak görüşme çok büyük önem taşıyordu. Öyle ya, bu ilk yüz yüze temasta hem Başkan’ın Türkiye’ye ilişkin tutum ve niyeti birebir yoklanabilecek, hem de bu soykırım konusunda tepkimiz dile getirilecekti. Ama görüşmeye eli boş gitmemeliydik. Biden’ın hoşuna gidecek bir jest yapmalıydık. Aklımıza dahiyane bir fikir geldi. ABD öncülüğündeki NATO güçleri Afganistan’dan çekilme hazırlığı yapıyor ancak çekilişten sonra Kâbil Havaalanının güvenliğinin nasıl sağlanacağını kara kara düşünüyorlardı. Başkan Biden’a Türkiye olarak görevden kaçmayacağımızı, bu işe talip olduğumuzu söyledik.
Bu arada soykırım konusu “hamdolsun” açılmadı da bir sitem dahi edemedik.
Kâbil Havaalanının işletilmesi ve güvenliğinin sağlanması işinin üzerine atlamamızın hikâyesi budur. Bazı başlara çoraplar örme imkanına sahip olan Biden’ı yumuşatmak için canlarımızı ikram etme girişimidir yapılan. Vaktiyle George Soros ‘Türkiye’nin en iyi ihracat ürünü ordusudur’ demişti de bozulmuştuk. Buyurun işte!
Dış politikada yapılan her hamle ulusal çıkarlara hizmet etmelidir. Kâbil Havaalanının savunmasını askerimize yüklemek hangi ulusal çıkarımızı karşılıyor? Topu, tüfeği, tankı, uçağı olan 200 bin kişilik Afgan ordusu koruyamıyor da 650-700 askerle biz mi koruyacağız havaalanını?
NATO güçleri ABD ile Taliban’ın 2020 Şubat ayında yaptıkları anlaşma doğrultusunda Afganistan’dan çekiliyor. Taliban Türk askerinin Kâbil’de kalmaya devam etmesinin bu anlaşmanın ihlali olacağını, orada işgalci konumuna düşeceğimizi, bunun da gereğini yapacaklarını söylüyor. Taliban’ın bu tutumuna rağmen bu misyonu üstlenmek hangi akla hizmettir?
Taliban’la anlaşma yolları aranıyormuş. Yani havaalanını Taliban’dan korumak için Taliban’la anlaşacağız. Öyle mi?
Hiç olmamasını dilediğimiz şehitlerimizin birer birer gelmeye başlaması halinde atılan bu adımı halkımıza nasıl izah edeceksiniz? Beka masalıyla mı? “Bayrak inmez, ezan susmaz” hamasetiyle mi?
Bu yanlıştan dönülmeli.
Askerimizi Afganistan ateşine atmak için hiçbir mantıklı neden yok…