Aytuna Tosunoglu
İSTİKRAR
“Zamanın karşısına bizi aradığı yerde çıkalım”, demişti Shakespeare.
Cymbeline (Simbılin okunuyor) isimli oyununda demişti.
Öyle yapalım bakalım.
Hayat, müdahalemiz dışında ve koşa koşa giderken ilk gençliğimizi yüklenen yıllar için kendimizi güvende hissetmenin altın çağı diyebilir miyiz? Güvenlikten ne anladığımıza bağlı. Anne, baba ve kardeşten ibaret küçük aileniz akşam saatlerinde, mütevazı yemek sofrasında buluşuyorduysa mesela… Babanız işten atılma güvensizliği yaşamadığı bir işte çalışıyorduysa, anneniz keza… İkisinin de arkasında kapı gibi sendika vardı, o zaman bunun önemini kavrayacak yaşta olmasak da ikisi de güvence altında olmalıydılar ki yaz tatili programı yapabiliyorduk. Demek tatil için ayrılacak bütçeye sahiptik.
Büyük kentin bazı mahallelerindeki bazı kıraathanelerin önünden arabayla ve hızla geçen silahlı “gençler” tarafından tarandığı, ölülerin olduğu, yaralıların hastaneye kaldırıldığı haberlerini gazete başlıklarından ve TRT haberden duyuyorduk. Ebeveynlerimizin endişeli bakışları bir cümleye dönüşürdü, “Okuldan çıkınca hemen eve dön, sağda solda takılma!” Aynı gazetenin sol alt köşesinde Türkiye Güzellik Yarışması adaylarının bir tanesinin mayolu fotoğrafı boy ve vücut ölçüleriyle birlikte yer alırdı.
Devlet denilen şeyin bir istikrar sunduğu o an için geçerli olsa bile istikrarsızlık bir zaman sonra koşa koşa gelir darmaduman ederdi, ortalığı. En azından bizim evde öyle yaşanırdı. Enflasyonun arttığını eve giren et miktarının düşüşünden anlardık. Tatil programı teyzelerden birinin yazlığında geçirilecek bir haftaya dönüşürdü. Kardeşim benden kalan paltoyu giymeye devam edecekti, bu durumda. Babam bu noktada bize bir tutumlu olma dersi mi verirdi yoksa palto almaya ayıracak para mı yoktu çok emin değilim. Lise son sınıfta tek dersten çakınca babam beni tanıdıklarından birinin yardımıyla işe soktuydu. Eve ekmek getiren gruba dahil oldum sandım ama yanılmışım. Sevgilimle buluşup aylaklık ve “yaramazlık” yapmayayım diyeymiş. Asgari ücretliydim. Aylık kaç lira alıyordum hatırlamıyorum yine de şu aklıma kazınmış: Kazandığım paranın tümü bir bluzun fiyatına eşti. Şişli’de bir mağazanın vitrininde görmüştüm, içim gitse de almamıştım tabii.
Ebeveynlerimiz kazandıkları paranın küçük bir bölümünü bankada biriktirebiliyordu. Faiz getirisini her ay düzenli takip ettiklerini biliyorum, birtakım rakamların yazılı olduğu, alt alta toplandığı, on ikiye bölündüğü küçük kağıtlar, gazete yazılarının olmadığı boş alana kurşun kalemle çizilmiş düşünce çemberleri arada rakamlar… Bir gelecek endişesiymiş, hepsi. Ancak, babam da annem de ne zaman emekli olacaklarını net olarak biliyordu. İkisinin emekli ikramiyesi bir ev (ev dediysem apartman dairesi) yanında bir arabaya yetecek miktardaydı eğer enflasyon bir ortalama istikrar tutturursa… Askeri darbelere alıştırılmış bir kuşak için istikrar “dileği” bu kadarla ölçülüyor, işte.
Ve hayat, güvence verdiği nispette hayal kurduruyor.
1978 yılında İstanbul Üniversitesi, Eczacılık Fakültesi önünde bir patlama oldu. Yedi öğrenci öldü, sayısı kırkı bulan öğrenci yaralandı. Yaralananlardan birini dolaylı olarak tanırdım. Patlamanın etkisiyle omuriliği geri dönüşsüz olarak zedelendi. Hayatını tekerlekli iskemlede geçirdi. Olay olduğunda yirmi üç yaşındaydı bu genç kadın.
İnsanın güvence bulmadığı hayatın umutları, hayalleri ne oluyor?
Daha kaç kuşak birikecek gerçekleşmemiş hayaller?
“Zamanın karşısına bizi aradığı yerde çıkalım”…