Gönç Selen
İçi boşaltılmış kavramlarla yaşamak…
Ülkede kavramlar havada uçuşuyor. Adalet, insan hakları, demokrasi, reform… Hepsi her gün gündemde; bilen, bilmeyen herkes bunları konuşuyor.
Resim altı, kutu içine:
Kavramlara hakim, düşünen insanı yönetmek zordur. Ama siyasetçinin söylediğine inanan, onun her söylediğini alkışlayanları yönetmek öyle değil. “Ben de bir çobanım” diyen siyasetçiler bunu boşuna söylemediler.
İnsan kavramlarla düşünür. Bilim ve felsefe kavramlarla yapılır. Ortaya atılan bir kavram, düşünceyle, tartışmayla yoğunlaşır, ete kemiğe bürünür. Bilimsel düşünce onları tarif eder, felsefi düşünce de anlamlandırır. Bir kavramın mevcut halini alması kolay değildir. Yıllar sürer… Hiçbirinin anlamı, öyle sözlüklerde yazdığı kadarla kalmaz. Ciltlerce kitaplar, sayfalar dolusu makaleler, derin düşünceler vardır içinde.
Bilim insanları, düşünürler kavramların içini doldururlar da biz neden boşaltırız? İçi dolu olunca işimize gelmez de ondan. Aristoteles çıkar fizik der, mantık der, zoolojiden, botanikten bahseder… Biz “hayatta ne işime yarayacak bunlar” deriz. Zor gelir onları öğrenmek, ne dediğini anlamaya çalışmak. İşimize gelmez ve bu kavramlar üzerine yazdığı yüzlerce kitabı, o derin düşünceleri elimizin tersiyle iteriz. Hayatı anlamak için bu kavramlara muhtaç olduğumuzun farkında olmadan, büyük bir cehaletle yaparız bunu. Sonra da hiç utanmadan “bilmemek değil, öğrenmemek ayıptır” atasözünü düşürmeyiz dilimizden.
Her zaman kolayı seçeriz. Bu yüzden de kavramların içini dolduran düşünürlerde değil, içini boşaltan siyasetçilerdedir gözümüz, kulağımız. İçini öyle bir boşaltırlar ki, demokrasi derken aslında ‘kendi iktidarları’ndan, adalet derken sadece ‘kendi adaletleri’nden bahsettiğini fark etmeyiz bile.
Bir siyasetçi çıkıp “İstediğimiz uluslararası sözleşmeye imza atarız, bu hakkımız var, bu bizim egemenlik hakkımızdır, istediğimizden de çıkarız.” dediğinde hem hukuk hem egemenlik hem de demokrasi kavramlarının içini boşaltır. Biz de hukuku, egemenliği ve demokrasiyi öyle bir şey zannederiz.
Montesquieu ‘Kanunların Ruhu Üzerine’ adlı kitabında kuvvetler ayrılığını yazar, bunu olmazsa olmaz bir kural olarak demokrasi kavramının içine koyar. Bizde de bir milletvekili çıkar televizyona, ne dediğini bilmez bir şekilde boşaltıverir koca kavramın içini. “Yasama bizde, yargı bizde, yürütme bizde, her şey bizde. Meclisin, şimdi bizim, AKP hükümetini denetlemek gibi bir şeyimiz olabilir mi? Yok böyle bir şey” der. Yanındaki partidaşı, üstelik de bir anayasa profesörü “oğlan bizim, kız bizim” der… Hoooop! Montesquieu alaşağı… Demokrasi kavramına ne oldu? Sizlere ömür.
“Halk oyunu kullandı, tercihini yaptı. Bize yetkiyi verdi!” Ne kadar demokratik bir söz değil mi? Hayır değil… Bu sözü burda bırakmak, çoğullukçu değil, çoğunlukçu bir anlayıştır. Yani çoğunluğun verdiği yetkiye dayanmaktır. Oysa demokratik söylem, size o yetkiyi vermeyen azınlığın haklarını da korumak üzerine kurulur. Kuvvetler ayrılığından, azınlıkların haklarından, sivil toplum kuruluşlarından bahsetmeyen bir söylem demokratik olamaz. Kuvvetler ayrılığını yok sayıp, azınlıkların haklarına kulak asmayıp, sivil toplum kuruluşlarını işlevsiz hale getirip demokrasiyi sadece halkın verdiği oyla tanımlarsanız, hayırlı olsun. Demokrasinin içini boşalttınız demektir.
AİHM kararlarına uymayan, AYM kararlarına saygı duymayan ve uygulamama hakkını kendisinde gören siyasetçilerimiz adalet reformu yapacakmış. Bunun “adalet kavramını yerle bir ettik, biraz da reform kavramının içini boşaltalım” demekten başka bir anlamı var mı?
Artık sayısını unuttuğumuz ekonomik paketleri açıklayıp, ekonomide reform yapıyoruz dedikten sonra, 4,5 aylık Merkez Bankası Başkanı’nı görevden alınca reform kavramının içi de boşalmıyor mu?
Martin Luther “Doksanbeş Tez” metinin yazıp protestanlığın doğuşuna ön ayak olarak, Mustafa Kemal Atatürk ilke ve inkılaplarıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak reform kavramının içini alabildiğine doldurdular. Ama bugünün siyasetçileri her değişikliğe reform diyerek bu kavramın da içini boşaltmıyorlar mı? Reform, senden önceki yanlışları düzeltmek adına, sisteme yeniden şekil veren ilerici bir harekettir. Kendi bozduğun sistemi düzeltmeye reform demek, bu kavramın içini boşaltmak olmuyor mu? Adalette reform yapıyoruz deyip ‘İstanbul Sözleşmesi’ni bir geceyarısı kararıyla kaldırmak, hem adalet hem de reform kavramının içini boşaltmak değil de nedir?
Yıl 2021… 11 ilkeyle ‘İnsan Hakları Eylem Planı’ açıkladılar. Üstelik bunların tamamı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve kanunlarıyla zaten güvence altında olan ilkelerdi. Peki bu eylem planı daha önce bu hakların fiilen tanınmadığının, bir itirafı mı? Yani "biz daha önce yasalarda var olan bu hakların içini boşaltmıştık, şimdi bir eylem planıyla yeniden dolduruyoruz” demek mi?
İktidarlar bütün bunları niye yapar?
Heni en başta söylemiştim ya “İnsan kavramlarla düşünür” diye… İşte bunu bildikleri için yaparlar. Kavramların içini boşaltırlar ki insanın elinde, zihninde düşünmek için kavram kalmasın. Aristoteles’e, Montesquieu’ye bakmasın, onların söylediklerini unutsun, bizim söylediklerimize inansın diye yaparlar. Kavramlara hakim, düşünen insanı yönetmek zordur. Ama siyasetçinin söylediğine inanan, onun her söylediğini alkışlayanları yönetmek öyle değil. “Ben de bir çobanım” diyen siyasetçiler bunu boşuna söylemediler.
Siyasetçiler kendi iktidarları uğruna bilgiyi yok etmek için ellerinden geleni yaparlar. Bilenleri aşağılar, kavramların içini boşaltırlar. Bu, onların biricik varolma metodlarıdır.
Thomas Hobbes Leviathan adlı kitabında bunu net bir biçimde ortaya koyuyor: “…hiç şüphem yoktur ki, ‘bir üçgenin üç açısı bir karenin iki açısına eşit olmalıdır’ fikri eğer herhangi bir kimsenin egemenlik hakkına veya egemenlik sahibi insanların çıkarına aykırı bir şey olsaydı, doğruluğu tartışılmasa bile, ilgili kişinin elinden geldiği ölçüde, bütün geometri kitaplarının yakılması suretiyle yeryüzünden silinirdi.”*
Siyasetçiler ne derse desin, ne yaparsa yapsın, biz aklımızı kullanmaktan asla vazgeçmeyelim. Kavramlara sahip çıkalım, içini boşaltmalarına izin vermeyelim ki düşünmemize engel olamasınlar, aklımızı, fikrimizi esir alamasınlar.
*Thomas Hobbes, Leviathan, Yapı Kredi Yayınları, 1995, İkinci Baskı, s.80