Aytuna Tosunoglu
GUMIR
Altı günlük bir tatil için güneye gittim, geçen hafta. Kendi halinde bir otele yerleştim. Akşamdı. Etrafı keşfedecek zamanım olmadı, erkenden yattım. Sabah erkenden kalktım, peştamal omuzumda önce denizi keşfetmek üzere otel sınırı içinde kalan deniz kıyısına doğru yokuş aşağı inmeye başladım. Yokuş dedimse, oldukça dik ve kayrak taşı döşeli, genişliği sadece iki insanın yan yana inebileceği kadar gibi düşünün. Kayrak taşının yüzeyi ayağınızın kaymasını önlüyor ancak parmak arası terlik, adımlarınız aşağıya doğruysa ayak baş parmağı ve yanındakini sıkıştırıyor, zorluyor. Dikkatli inmek ve çıkmak lazım. Çıkarken bu defa da ayaklar parmak arası terlikten geride kalıyor. Öyle bir dik yokuş. Dümdüz aşağı iniyor, viraj miraj yok. Yolun sonunda ve ağaçların arasından bir deniz görünüyor ki değme Parlament mavileri (bu renk vardı, gençler bilmez) turkuaz mavi yeşil geçişleri, İznik çinisindeki çivit rengi açıklamaya yetmez. Ne güzel bir ülke, burası…
Fakat o da ne! Arkamda dört kişi daha yürüyormuş, ben aradan girmişim anlaşılan. Onları fark edince (onlar da beni fark edince) “normal olarak” günaydın dedim, yüzümde nazik bir ifadeyle. Cevaplar sabahın yedisi olduğu için herhalde, “gumır”, “murg” ve “hırg” şeklinde geldi, kulağıma.
Bir kişiden ses çıkmadı.
Kadındı.
Terliklerimizin çıkardığı sesin baskın olduğu bir yokuş aşağı yürüyüş başladı, hepimizde. Ben önlerindeydim. Dedim ya, aradan girmişim yola. Arkamda terlik sesleri gittikçe yaklaştı. Omuzumun üstünden hafifçe dönüp yol vereyim dedim. Doğru düşünmüşüm. Dar yokuş aşağı yolda gittikçe hızlanan adımlarıyla biri beni solladı. Derken hemen arkasından hemcinsim solladı. Önümde birbirlerini sollamak için fırsat kollamaya başladılar. Akdeniz, dedim kendime, işte böyle çeker mıknatıs gibi. Sen öyle san!
Derken geride kalan diğer iki kişi benzer şekilde beni ve ardından birbirlerini sollayarak aşağı doğru bıraktılar kendilerini. Yolun sonunda hepsi sağa döndü, döndükleri anda gözden kayboldular. Yokuştan aşağı cırcır böcekleri eşliğinde ve küçük adımlarla indim ve az önceki tuhaf sollama yarışının mana ve önemini kavradım. Biri kadın dört kişi denizin hemen dibine derme çatma yapılmış dört adet mini çardağa yerleşmişti. Ben inene kadar ortalık temizliğini nevrotik bir şekilde halledip asla rahatlayamayan yüz ifadelerini takınmış bu dörtlü, teker teker ve sıralı bir halde dört çardağın gölgesinde oturuyordu. Hepsi bana bakıyordu, “Ya işte böyle, erken gelen oturur” ifadesiyle. Hepsi sanki senkronize hareketlerle, kat kat getirdikleri plaj havlularını çardak altındaki şezlong ve kocaman yastıklara sermişti. Bu işlem bitince çardak ortasına denk gelen bir tanesinin kenarına ilişmiş bir halde şimdi ne yapacağımı gözlüyorlardı. Nihai nedeni ya da “dava”yı o an itibariyle anladığımdan olsa gerek, bu “çökme” operasyonunu başka bir katmana taşımak istedim.
Sakin adımlarla önlerinden geçtim. Bütün bakışlar üzerimde. Hissediyorum. Çünkü benim ne yapacağımı kestiremiyorlar ve bu durum onlarda adrenalin salgılatıyor. Denize girmeye karar verdiğim noktada elimdeki peştamalımı çardaklardan birinin gölgesinden taşan şezlongun kenarına ve sermeden koydum. Gölgenin hemen oracıkta oturan “sahibi” şahin bakışlarla hareketlerimi izledi. Üzerimdeki tişörtü de çıkarttım, aynı yere koydum. Hiç beklemeden kendimi Akdeniz’in sularına bıraktım. Bir zaman sonra kıyıya çıktığımda hepsi orada oturmaya devam ediyordu. Şezlongunu(!) almış olabileceğimi zanneden bir tanesi hele, hiçbir hareketimi kaçırmadan beni izliyordu. Peştamalıma sarındım, giysilerimi aldım ve geldiğim yola seğirttim. Yokuşu yukarı doğru yarıladığımda dördü de arkamdaydı. Rahatlamışlardı, sanki.
Gün içinde, öylece boş bıraktıkları çardak gölgesine gelmediler. Hiçbiri gelmedi, o gün. Havlular serili kaldı. Aralarında benim de olduğum otelin diğer misafirleri boş çardaklar etrafında kümelendik.
Kaldığım süre içinde çardak kapma yarışı her gün devam etti. Havlular önceden bırakıldı ama kullanmaya gelen giden olmadı, bazı günler. Yüzler değişti, ifadeler değişmedi. Çökme eylemi her gün yeni bir dinamizmle sergilendi. Haksızlık ettiklerini hiç düşünmediler. Arsızlık ettiklerini hele, hiç düşünmediler.
Çökme eylemi bizim kodlarımızda var.
Eşkıyayız biz.
“Çökme”nin ezeli varoluşunu çardak gölgesini “kapmış” bu dört insanda görmek mümkün olduysa onu ebedi tekrarından kurtaracak adımlar herkese bir çardak vaadiyle ortadan kalkmayacak. Serde eşkıyalık var, diyorum. Anlatamıyorum.