Pelin Batu
Beyaz perdenin karşı konulmaz ‘femme fatale’i: Marlene Dietrich
20. yüzyılın ikonik figürlerinden Marlene Dietrich, Hollywood’un altın çağında Avrupa’dan Amerika’ya parlayabilmiş güçlü, korkusuz, çalışkan kadınlarından biriydi.
Berlin’nin Schönberg semtinde Maria Magdelena olarak 27 Aralık 1901 yılında muhafazakar, orta halli bir ailede dünyaya gelmiş olan küçüğün annesi varlıklı, babasıysa bir polis memuruydu. Babası 6 yaşında attan düşüp vefat edince Marlene’de uzun yıllar büyük bir travma etkisi yarattı. Küçük kız 11 yaşında Maria’nın “Mar”ını ve Magdelena’nın “lena”sını birleştirerek kendine “Marlene” ismini taktı; yani, sahne ismini kendi yarattı.
Gençliğindeki en büyük hayali kemancı olmak olduğu için çok disiplinli bir şekilde çalıştı, aynı zamanda pek çok dil öğrendi.
Sessiz film orkestralarında sadece dört hafta keman çaldıktan sonra bileği incinince 1920’lerden itibaren oyunculuğa geçiş yaptı.
BİR YILDIZ DOĞUYOR
Yeni hayali için zamanın en önemli tiyatro adamlarından yapımcı, menajer ve yönetmen Max Reinhardt’ın stüdyosundaki seçmelere katıldı. Fakat orada da seçmelere takıldı ve ekibe alınmadı.
Marlene’nin en önemli özelliği hayallerinden vazgeçmemekti. Çok geçmeden Reinhardt’ın yönettiği küçük revülerde ve oyunlarda küçük roller almaya başladı. 1920’lerin Berlin’indeki avangart sanat dünyasında androjen tarzı ile ilgi uyandırmaya başladı. Çok geçmeden kabarelerde ve sessiz filmlerde boy gösterdi. On sene boyunca çok çalıştı. Bir yıldız doğmak üzeredir.
FALLING IN LOVE AGAIN…
1929’da Avusturyalı yönetmen Josef Von Sternberg’in ilgisini çeker ve hayatının en önemli filmlerinden sayılan “Mavi Melek’”te oynar.
Orada, kendi hayatından beslenerek canlandırdığı kabare şarkıcısı Lola-Lola karakterinin söylediği ve benim de en sevdiğim şarkılardan biri olan “Falling in Love Again” şarkısıyla dünyada ismini duyurmuş olur.
Sternberg onu bir yıl sonra Hollywood’a götürür, arka arkaya çektiği Morocco (1930), Shanghai Express (1932) ve “The Scarlet Empress” (1934) gibi filmlerde Amerikalıların hiç alışık olmadığı soğuk, anlaşılmaz, derin bir kadın idolü doğmuştur artık.
Kendisi için özel ışıklar yaptırıp saçına altın tozu serptiren, etrafında esatirlerin örüldüğü mitolojik bir kahramana dönüşür adeta.
Caz çağında kadınlar dudaklarını kıpkırmızı boyayıp kısa eteklerle raks ederlerken Marlene kendine erkek takım elbiseleri diktirir. Galalara ve sokaklara erkek kılığında silindir şapkalarıyla gidince zamandan çok önce bir LGBT ikonuna da dönüşür.
MERAK EDİLEN KADIN
Özel hayatını gizli tutarak herkesin merak ettiği bir kadın olur. Marlene sadece özel hayatında değil rol seçimiyle de konvansiyonun dışına çıkar. Herkesin bayıldığı başrolleri geri çevirip daha karmaşık, çetrefilli karakterleri canlandırmayı seçer. 1930’ların başında Hitler’in Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi ilk başta kimsenin ciddiye almadığı bir partiydi.
NAZİ ÇAĞI BAŞLIYOR
30 Ocak 1933’te Naziler bir darbe yapar, 27 Şubat’ta Hitler sadece 4 haftadır şansölyeyken Reichstag yani Alman Parlamentosu yakılır. Naziler bunun için binada bulunan Hollandalı bir komünisti suçlayıp Mart seçimlerinden önce Nazi diktatörlüğünün önünü açan bir seri sıkıyönetim yasası çıkarırlar. Günah keçisi komünistlerin pek çoğu siyasetten uzaklaştırılıp liderleri hapse atılır.
Naziler olağanüstü hal ilan edip tüm medyayı sansürlemeye başlarlar.
Birkaç ay içinde Almanya’da demokrasi katledilmiştir.
Böylece Naziler Mart 1933 seçimlerinde yüzde 44 oy alıp yandaşlarıyla oyları birleştirdikten sonra yüzde 52’lik bir oy çoğunluğuyla güçlerini konsolide etmiş olurlar.
HİTLER’E TEPKİ
Hitler, dünyada Alman bir yıldız olarak nam salmış Alman Marlene Dietrich’in hayranıdır.
Onu Berlin’e davet ederek Alman kültür elçisi olmasını teklif eder.
Marlene Hitler’i geri çevirmekle yetinmez, Alman vatandaşlığından çıktığını beyan eder.
Diktatörlerin ortak noktalarından biri kendilerini küçümseyip eleştirenlere karşı kin tutmalarıdır.
Marlene, dünyada İngiliz Kraliyet Ailesinde bile Nazi sempatizanlarının hortladığı bir çağda Nazileri ve aşağılık politikalarını açık bir şekilde eleştirme cesareti gösteren bir Alman vatandaşıydı.
LILI MARLENE EFSANESİ
Marlene, 1939’da Amerikan vatandaşlığına geçip ordulara moral vermek için cephelerde savaşın sembolü olan “Lili Marlene” vb. şarkılar söylemeye başlar.
Birinci Dünya Savaşı’na katılmış bir Alman askeri ve aşık olduğu kadınların üzerine yazılmış bir şiirden bestelenmiş bu şarkı 1941 yılında Nazilerin Yugoslavya’yı işgal etmesinden sonra Belgrat Asker Radyosu’nun yayımıyla tüm cephelerde enternasyonel bir marş gibi dinlenmeye başlanır.
Şarkı çalındığı esnada silahlar susar.
Şarkı askerlerin moralini yükseltmek için farklı dillere çevrilir.
Nazi Propaganda Bakanı Goebbels ortaklaşa aynı şarkıyı dinleyip savaşa ara veren askerleri durdurmak ve savaşma azmi aşılamak adına “Lili Marlene” şarkısını 9 ay boyunca yasaklar. Fakat askerler arasındaki tepki o derecede büyür ki sonunda geri adım atmak zorunda kalır ve iki cephedeki askerler ortaklaşa her akşam 21:55’te topluca Lili Marlene’i dinleyip silahlara veda edecekleri günü özlemle beklerler.
MARLENE’E AMERİKAN MADALYASI
Marlene Dietrich’in savaş boyunca kimi zamanlarda hayatını riske ederek askerlere moral vermeye çalışması karşılığında Amerikan devletinin bir sivile verdiği en kıymetli madalya olan ‘Özgürlük Madalyası’yla 1947 yılında ödüllendirilir.
KABAREYE GEÇİŞ
Savaştan sonra Marlene’nin popülaritesi yavaş yavaş sönerken o kendini 1920’lerde kariyerine başladığı yere geri dönüp kabare sanatını Amerika’da parlatır. Cesur, komik, cüretkâr gösterileri bir sansasyon yaratır.
Marlene işler yavaşladığında kendini yeniden icat edebilen bir kadındır.
Bu arada sinema kariyeri de devam eder.
1950 ve 60’larda zamanın en önemli yönetmenleri Alfred Hitchcock ve Orson Welles’in filmlerinde oynar.
1975 yılında Sydney’de turnede sahnede bir kaza geçirir ve kalçasını kırar. Bir yıl sonra, yıllardır gözlerden sakladığı kocası kanserden vefat eder.
Marlene Dietrich son filmi Just a Gigolo’da (1978), hayranı olduğum David Bowie ile son kez oynadıktan sonra beyaz perdelere veda eder.
GÖZLERDEN UZAKLARA ÇEKİLİR
Bu filmin ardından göz önünden kaybolup Paris’te Montaigne Caddesi’nde gizli bir hayat sürmeye başlar.
Bu yıllarda neredeyse hiç röportaj vermez (Sadece bir kez Maximilian Schell onun hayatını konu eden bir belgeselde konuşturmayı başarır ama burada bile görüntüsünü almayı başaramaz, sadece sesini duyarız. Buna rağmen belgesel çok başarılı olup en iyi belgesel dalında Oscar’a aday olmuştur).
Bu dönemde kimse onun kiminle, ne yaşadığını bilmez, zaten çoğunlukla yataktan çıkmaz fakat o hem arkadaşlarıyla hem dünya liderleriyle bol bol mektuplaşıp telefonlaşır, yani münzevi bir hayat sürmüyordur sadece medyaya görüntü vermek istemiyordur.
1992’de 90 yaşında Paris’te vefat ettiğinde, önce Paris’te sonra Berlin’de büyük kortejlerle omuzlar üzerinde taşınır.
Günümüzde dik duruşu, zorluklara karşı verdiği mücadele ile herkesin saygı duyduğu, kendini inşa etme cesaretine sahip bir kadın olarak David Bowie’den Madonna’ya pek çok müzisyene ilham vermiştir.
Işımaya da devam edecektir, tıpkı kendini keşfetmeye, kendiyle barışık olmayı becerebilenler gibi.