Pelin Batu
Divaların Medea’sı: Maria Callas
Santiago, Şilili yönetmen Pablo Larrain’in muhteşem kadınlar serisinde Jackie Kennedy/Onassis ile ilgili Jackie (2016) ve Prenses Diana’yı konu eden Spencer’dan (2021) sonra en sağlamı olduğu söylenilen Maria var… Dünyanın en tanınmış opera sanatçılarından Maria Callas şanının zirvesinde ama sesini kaybedip sanrılar gördüğü 1977 yılından başlatıyor- tıpkı 2002 yılındaki Zeffirelli filmi olan Callas Forever filminde olduğu gibi.
Bu sinema filmlerini izleyenler Callas’ın; nasıl sevilmeye aç ama bir o kadar da mitolojide gördüğümüz (ve Maria Callas’ın tek oynadığı film olan Pasolini’nin Medea’sındaki gibi) güçlü ama trajik figürlere öykündüğü düşünebilir.
Belki Callas gerçekten de esatirlerdeki cadılara benzediği için öyledir.
Bu kadar başarılı ama yalnız, bu kadar hırslı ama kırılgan, bu kadar eğlenceli ama hüzünlü bir kadının hayatını merak etmemek mümkün değil. Opera sevenler onu iyi tanıyor olabilir ama popüler kültürde Callas siyah beyaz bir dünyada sesiyle kesip kırabilen, müzelerdeki bembeyaz mermerlere benzeyen bir röliği andırıyor.
BEL-KANTOLARIN KRALİÇESİ
Müzik dünyasına müthiş bir iz bırakan bel-kantoların kraliçesi, nam-ı diğer “La divina” yani tanrıça Anna Maria Cecilia Sophia Kalogeropoulos uzun adından da anlaşıldığı üzere Yunanlı bir anne babanın kızı olarak dünyaya geldi.
Önce bir kız sonra bir erkek çocuğu doğurmuş olan annesi Litsa üçüncü çocuğu olan Maria’ya hamileyken ailece Yunanistan’dan Amerika’ya göç etmeye karar verdiler. Dolayısıyla kızımız New York’taki Flower Fifth Avenue Hastanesi’nde 2 Aralık 1923 yılında dünyaya geldi.
Maria’dan önce doğurduğu oğlu Vassilis 1922’de öldüğü için annesi bir erkek çocuğu o kadar çok istiyordu ki bebeğin kız olduğunu öğrendiğinde günlerce kızının yüzüne bakmadı.
Babası ve annesi başından beri birbirine uygun bir çift değildi, ki ‘Litsa’nın babası bu adamla evlenirsen hayat boyu mutlu olamazsın’ demişti.
Nitekim… Hiçbir hırsı olmayan, kendi halinde yumuşak başlı babası ve sanata ve sınıf atlamaya meraklı annesinin evliliği hep fırtınalı ve kavgalı geçti. Babasının annesini sürekli aldatması da yardımcı olmuyordu.
ÜÇ YAŞINDA BİR YETENEK
Litsa, küçük kızı Maria’nın müzikal yeteneğini keşfettiğinde daha üç yaşındaydı. Maria beş yaşına bastığında annesi ona zorla şarkı söyletiyordu.
Maria Callas yıllar sonra çocukluğunda sirk maymunu gibi eğitildiğini ve bundan nefret ettiğini itiraf etmişti.
Güzel ve sevilesi ablasının kuğu, kendisininse çirkin ve şişman bir ördek yavrusu muamelesi gördüğünü, annesinin kendisinden çocukluğunu çalıp bunca yıl şarkı söyletip para kazandırdığını anlatmıştı. Ayrıca ailesi için yaptığı çoğu şeyin iyi, onların kendisine yaptığı çoğu şeyin kötü olduğunu, 1956 yılında Time dergisine verdiği röportajda itiraf etmişti.
KONSERVATUVARA GİREMEYİNCE
1937 yılında anne babasının geçimsizliği öyle ayyuka çıktı ki annesi, iki kızını alıp Atina’ya geri döndü. O yıl Litsa kalın gözlük takan şişman kızını konservatuvar sınavlarına soktu fakat Maria’yı okula almadılar. Annesi ona özel ders verebilecek Trivella isimli bir hoca bulduktan sonra Maria’nın bir soprano olduğu ortaya çıktı.
Hocasının daha sonra anlattığına göre Maria mükemmel bir öğrenciydi. Her gün 6-7 saat çalışan kız, altı ay içinde müthiş yol katetti ve konservatuvar sınavlarını kazandı.
İkinci Dünya Savaşı’nda Yunanistan faşistler tarafından işgal edilince anneleri, kızlarının İtalyan askerleri ve Nazilerle çıkmasını sağlamaya çalıştı.
Her ne kadar daha sonraki yıllarda bunun bir tür fuhuş olmadığını söylese de annesinin kızlarını kurbanlık koyun gibi pazarlamasından nefret ettiğini ifade ediyordu.
VE SONUNDA…
Çocukluğu boyunca kızını hep itip şöhret merdivenlerini tırmanması için elinden geleni yapan annesinin istediği oldu.
Küçük kızı sonunda bir kuğuya dönüştü. Atina’da operadaki küçük rollerden Yunan devlet operasında başrolü aldığı Tosca Operası’nda parladı, 1941 yılında.
Callas daha sonraları, kendine güvenini ve müzikal olarak duruşunu Yunanistan’daki eğitiminden ve tecrübelerinden aldığını hatırlayacaktı.
1947 yılında Verona’da La Giaconda rolündeyken zamanın en önemli şeflerinden Tullio Serafin’in dikkatini çekti.
Serafin onun akıl hocası olmakla kalmadı, onu bel-kanto geleneğiyle tanıştırıp Rossini, Bellini ve Donizetti gibi bestekarların eserlerini kendi özgün tarzıyla söylemesini de sağladı.
Serafin, Callas’ın hayattaki en büyük şanslarından biri olacaktı.
KARİYERİNDEKİ KIRILMA NOKTASI
Maria Callas’ın kariyerindeki kırılma noktası 1949’da yaşandı. Ünlü soprano Margherita Carosio Bellini’nin ünlü operası I Puritani’yi sahnelerken hastalanınca kimse onun yerine birini koyamaz.
Serafin, Maria’sının kapasitesini bildiği için aynı anda hem Wagner performansı verip 6 gün içinde Elvira rolünü yapabileceğinden emindir.
Maria yapamayacağını söyler.
Sonunda iki eseri o kadar mükemmel seslendirir ki eleştirmenler opera tarihini değiştirdiğini yazacaklardır.
ALTIN ÇAĞI BAŞLAR
Maria Callas altın çağına Milano’daki La Scala Operası’nda 1951 yılından itibaren girer. La Scala’nın direktörü ilk başta Callas’tan hiç hazzetmez fakat Callas’ın yükselişi öyle önlenemezdir ki sonunda La Scala 1950’ler boyunca onun ana operası olur. Orada kendi dramatik tarzında söylediği La Traviata, Anna Bolena ve Norma gibi operalarla efsane olur.
Callas’ın sesindeki güçlü ve zengin nüanslar onu ön plana çıkartırken, mükemmel olmayan ya da zayıf olduğu noktalarda duygusal derinliğini en teatral şekilde kullanarak seyircileri mest eder.
Bu arada sadece Milano’da değil dünyanın çeşitli yerlerindeki en önemli konser alanlarında aryalarını seslendirmeye devam eder.
AMERİKA’YA DÖNÜŞ
Ailevi meselelere geri dönecek olursak, 1945’te 22. doğum gününden hemen sonra Amerika’ya geri dönüp babasıyla buluşur.
Çocukluğundan beri annesi tarafından kötülenen adama karşı sempati duyar. Annesini ilk kez gittiği Meksika’daki turnesine davet eder, döndükten sonra 1950’de bağları tamamen keser. Annesi, kızından yüz dolar isteyince annesine bir kuruş bile vermez ve şunu söyler:
“Hala genç, çalışabilir.”
Ona ne minnet duyar, ne acır.
Annesi bunun üzerine belki de kızı üzerinden para kazanmak için Kızım Maria Callas (1960) adlı kitabı yazar.
Amerikan medyası özellikle annesiyle olan polemikleri ve diğer kavgaları köpürtmeyi alışkanlık haline getirir.
AŞK MEŞK HİKÂYESİNE GELİNCE...
Maria 1949 yılında İtalyan sanayici Giovanni Battista Meneghini ile evlenir. Meneghini çok geçmeden Maria’nın menajerliğini yapmaya başlar ve on yıl boyunca bu işe devam eder. Meneghini ile evlendiği akşam Arjantin’de bir konser vermek için uçtuğunu söylersem neye öncelik verdiğini anlarsınız. 10 yıllık evlilikleri boyunca kocası maddi manevi İtalya’yı onun evine dönüştürür. Maria kolay bir kadın değildir, ama kendine güvenen, ne istediğini bilen ve son derece akıllı bir kadındır ki bu tür kadınlar hep tehlikeli bulunur!
Son Callas filminde Haluk Bilginer’in mükemmel canlandırdığı Aristotle Onassis ile daha boşanmadan 1957 yılında tanışırlar. Maria İtalyan kocasından boşanıp Onassis ile evlenmek için Amerikan vatandaşlığından çıkar. 1960’larının magazin dünyasını en çok meşgul eden ilişkileri kağıt üzerinde ancak iki yıl sürer. Onassis Maria ile birlikte olmaya başladığında onu o yapan şey olan müziği neden ihmal ettiğini bir türlü anlamaz.
Maria ise arkadaşlarına ‘‘Kadın olmayı ihmal etmiştim, sıra onda’’ diye cevap vermiştir.
Onassis meşhur Amerikan başkanı JFK’nin dul karısı Jackie ile tanışınca Maria’yı bırakır. Ama pek çok araştırmacı Onassis’in Jackie ile evlenmiş olsa da Maria Callas’ı yıllarca Paris’teki evinde ziyaret edip ilişkilerine devam ettiklerini yazmıştır. Kimileri bir çocukları olduğunu bile iddia etmiştir ama bu konu hiç kanıtlanamaz.
ANTİK GÜZELLİK
Maria Callas’ın fotoğraflarına bakanlar onu antik çağ vazolarındaki ya da freskolardaki koca gözlü, antik güzellere benzetebilir.
Aslında çocukluğunda da kariyerinin ilk yıllarında da iri bir kadındır.
1950’lerin başına kadar bu 1.74’lük kadın yaklaşık 90 kilodur. Bir süre sonra sahnede bazen saatlerce süren operalarda hem hareket etmekte zorlandığını, hem de fazla terlediğini anlatmış ve kilo vermeye karar vermiştir. 1953-54 arasında neredeyse 40 kg verir ve hayatının sonuna kadar bu kilosunu korur.
SESİNİ NASIL KAYBETTİ?
Bu haliyle sahnede çok daha rahat eder, daha estetik olduğu söylenir vs. ama ileriki yıllarda sesini kaybetmesinin sebeplerinden biri olarak da gösterilir.
Gerçi kimileri bunda kendini çok zorladığı ya çok zor aryalar seçtiği ya da çok basit şarkılar seçtiği için ses tellerinin zarar gördüğünü söylemişlerdir.
Kimileriyse aslında sesine hiçbir şey olmadığı, sadece kendine güvenini kaybetmeye başladığını iddia eder.
Eski kocasıysa Callas’ın çok erken menopoza girdiği için böyle bir şey olduğunu ortaya atmıştır.
Sonuçta kendine has, özel sesini 40’ına geldiğinde kaybetmiştir.
Hayatındaki son konserini Japonya’da verir.
Bugün “Master Class” olarak bilinen ders serisinin ilkini o başlatır.
Hayatının son yıllarını Paris’teki evinde geçirir ve hiç beklenmedik bir şekilde 53 yaşında kalp krizine yenik düşer.
Külleri tıpkı vasiyet ettiği üzere Leyla Gencer’imiz gibi 1979’da Ege’ye serpilir.
Trajedinin çok yakıştığı operalardaki karakterleri gibi bir hayat sürmüştür. O sahnedeyken hiçbir tasa, hiçbir acı yoktur. Ama sonra onca adrenalin ile sahneden indiğinizde hayat kaldığı yerden devam eder.
Ve evet, belki o hayat hiç de fena değildir. Ama çoğu zaman sahnenin hızı ve heyecanı, ışıltısı ve ihtişamı ile yarışamaz.
Maalesef.