Gönç Selen
ADALETİN VAR MI DÜNYA?
Cevap verilmesi ne zor bir soru… Hatta bu konunun en temelinde var olan “adalet nedir?” sorusuna bile cevap vermek hiç kolay değil. Avusturyalı ünlü hukuk kuramcısı Hans Kelsen, 1953’te yayımladığı Adalet Nedir? (Was ist Gerechtigkeit?) adlı makalesinin henüz ikinci paragrafında şöyle diyor:* “Başka hiçbir soru, bu kadar tutkulu bir şekilde tartışılmamış; başka hiçbir soru böylesine çok kan ve gözyaşı dökülmesine sebep olmamış ve başka hiçbir soru Platon’dan Kant’a en ünlü düşünürlerin yoğun ilgisine konu olmamıştır. Ancak başka hiçbir soru bugün, diğer zamanlarda olmadığı kadar da cevapsız kalmamıştır. Öyle görünüyor ki bu soru, kaderine boyun eğmiş bilgeliğin uygulandığı ve insanın kesin bir yanıt bulamayacağı, fakat ancak onu geliştirebileceği sorulardan biridir.”
Kelsen aynı makaleyi şu sözlerle bitiriyor: “Bu makaleye adalet nedir sorusuyla başladım ve şimdi makalenin sonunda farkındayım ki onu cevaplamadım. Tek mazeretim, bu konuda en iyi noktada olmam. Okuru, birçok tanınmış düşünürün başarısız olduğu noktada başarılı olduğuma inandırmaya çalışmak küstahlığın da ötesinde bir durum olurdu. Gerçekten de insanlığın özlemini çektiği mutlak adaletin ne olduğunu bilmiyorum ve onun ne olduğunu söyleyemem. Göreceli adaleti kabul etmem gerekiyor ve ben sadece bana göre adaletin ne olduğunu söyleyebilirim. Bilim adamlığı benim mesleğim olduğu ve bu nedenle benim hayatımdaki en önemli şey olduğu için, bana göre adalet, koruması altında ‘hakikat’ arayışının gelişebileceği bir toplumsal düzendir. O halde benim adalet anlayışım, özgürlük adaleti, barış adaleti, demokrasi adaleti ve hoşgörü adaletidir.”
FELSEFEDE ADALET:
Kelsen’in de söylediği gibi adalet görecelidir. Kendininkiler de dahil, düşün tarihi adaletin ne olduğu ve nasıl inşa edilebileceği üzerine fikirlerle dolu. Bu tanım çeşitliliği, adalet için genel geçer bir tanım yapma zorluğunu, hatta imkansızlığını da beraberinde getiriyor. Zaten Kelsen de diyor ya… Kendisi de bilmiyor “insanlığın özlemini çektiği mutlak adalet”in ne olduğunu. Bu nedenledir ki her düşünür kendince tanımlamış adalet kavramını. Gerçi ortak bir tanımda birleşememişler, ama neredeyse hepsi adaletin bir erdem olduğu konusunda hemfikir. Sanırım bünyesinde akıl ve vicdan barındıran hiç kimse adaletin bir erdem olduğu düşüncesine itiraz etmez.
Peki bu çeşit çeşit tanımı yapma hakkı kimlere ait? Yani her önüne gelen kendince tanımlayabilir mi adalet kavramını. İşte bu noktada bu hakkı düşünürlere bırakmak gerekiyor. Sakın kimse böyle söylüyorum diye beni elitist olmakla suçlamaya kalkmasın. Ben burada düşünsel elitlerin kavramları tanımlama konusundaki hegemonyasından değil, son 20 yılda bize unutturulmaya çalışılan liyakatten bahsediyorum. Yani post modern dünyanın “herkes istediği konuda istediğini söyleyebilir ve herkesin söylediği değerlidir” safsatasından uzaklaşıp, işi ehillerine bırakmak gerektiğini söylüyorum.
SİYASETTE ADALET:
Düşünürler değil de, mesela siyasetçiler adaleti tanımlamaya kalktığında ne oluyor? Neredeyse her konuda olduğu gibi adalet konusunda da işlerin sarpa sarıyor. Bunu görüyoruz ve birebir yaşıyoruz. Siyasetçi, Kadıköylü sofist Thrasymakhos’un söylediği “adalet, güçlünün yararına olandan başka bir şey değildir” (Platon, Devlet, 338 c) cümlesinin ete kemiğe bürünmüş halidir. Thrasymakhos diyaloğun devamında ne demek istediğini şöyle açıklar: “Her yönetim, kanunlarını işine geldiği gibi koyar. Demokratlık demokratlığa uygun kanunlar, zorbalık zorbalığa uygun kanunlar, ötekiler de öyle. Bu kanunları koyarken kendi işlerine gelen şeylerin, yönetilenler için de adil olduğunu söylerler; kendi işlerine gelmeyenleri de kanuna, adalete aykırı diye cezalandırırlar. İşte dostum benim dediğim bu. Adalet her yerde birdir: Yönetenin işine gelendir. Güç de yönetende olduğuna göre, düşünmesini bilen bir adam bundan şu sonuca varır: Adalet, güçlünün işine gelendir.” (Platon, Devlet, 338 e). Tabii Platon Sokrates’in ağzından bunun adalet olmadığını, ideal adalet kavramını karşılamadığı söyleyip, Trasymakhos’a ağzının payını verir. Ama bir düşünün… Trasymakhos Platon’un idealar dünyasında haklı olmayabilir, ama pratikte haklı değil mi? Onun söyledikleri size de bir yerlerden çok tanıdık gelmiyor mu?
TÜRKİYE’DE ADALET:
Aristoteles de adaleti çok özet bir değişle “kanunlara uymak” olarak tanımlar. Tabii kanunların adil olması şartıyla. Ama öyle oluyor mu? Trasymakhos’un dediği gibi, kanun koyucu yöneticiler, kanunları kendi çıkarlarına göre düzenlediğinde buradan çıkan sonuca adil diyebilir miyiz? Mesela, asgari ücret açlık sınırının bile altındayken, milletvekillerinin kendi maaşlarına istedikleri zammı yapma hakkı var. Üstelik bu hakkı her sene sonuna kadar kullanıyorlar. Sizce bu adil mi? Milletin kanun koyucu olarak seçtiği vekiller dururken, kanun hükmünde kararnameler yayınlamak ve ülkeyi onlarla yönetmek ne kadar adil? Yargıtay binasının açılışında Müslüman olmayan vatandaşları dışlayarak dualar etmek (ki buna sadece iktidar ve ortakları değil, ana muhalefetin lideri Kılıçdaroğlu da dahil) adil mi? Recep Tayyip Erdoğan, Ergenekon davasının savcısı Zekeriya Öz’e sahip çıkıp, “ona neden saygı göstermiyorsunuz” diye sorarken mi adildi, bu davanın kumpas olduğunu söyleyip “kandırıldım” derken mi? Anayasa mahkemesi kararına saygı duymadığında da adil miydi? Peki ya Turgut Özal “anayasayı bir kere delmekten bir şey olmaz” dediğinde ne oldu adalete? Bülent Ecevit, bir kez daha seçim kazanmak uğruna ‘Rahşan Affı’yla yargının cezaevine gönderdiği suçluları salıverirken adalet nereye gitti? Asgari ücretliler her ay çatır çatır vergi öderken, malum şirketlere vergi affı çıkarılması mı adalet?
Örnekler o kadar çok ki… Saymakla bitecek gibi değil. Ama her biri bize diyor ki adalet konusunda siyasetçilere güvenme. Onlar kendi çıkarları için adaleti eğerler bükerler, gerekli görürlerse yok ederler. Hatta sonra çıkıp, “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” bile derler. Çünkü onların hepsi birer retorik uzmanı, sofist ‘Trasymakhos’tur. Sokarates’in, Platon’un, Aristoteles’in değil, Trasymakhos’un dünyasını yaşarlar, yaşatırlar.
HANİ NEREDE ADALET?
Siyasetçiler Thomas Hobbes’un şu satırlarına âşıktırlar (Gerçi birçoğu Hobbes’un adını bile duymamıştır ama, şu sözleri duysalar âşık olurlar): “Egemen güç toplum yasalarına tabi değildir. İster bir heyet (demokrasi ya da aristokrasi) isterse tek bir kişi (monarşi) olsun, bir devletin egemen gücü toplum yasalarına tabi değildir. Çünkü, yasa koyma ve kaldırma kudretine sahip olduğundan, ne zaman isterse, onu rahatsız eden yasaları kaldırıp yenilerini koyarak kendini bu tabiyetten kurtarabilir; yani, egemen güç aslında o yasalar varken de özgürdü.” (Thomas Hobbes, Leviathan, Yapı Kredi Yayınları, s. 190)
Yani Hobbes diyor ki cumhurbaşkanı seni eleştirebilir, yüzüne karşı ağzına geleni söyleyebilir, ama sen ağzını açamazsın. Hakaretten ceza alırsın. Senin hapis yatacağın bir suçun aynısını işlese bile bir milletvekili yargılanamaz. Onun dokunulmazlığı vardır, yani kanunların üzerindedir. Senin üstünü başını sorgusuz sualsiz arayabilen polis, milletvekilinin arabasını durduramaz bile. Olur da durdurursa hakarete uğrar. Bu da yetmez, sürgün edilir.
Aynı siyasetçiler Montesquieu’nün şu sözlerini ise asla duymak istemezler: “…kanunları uygulatan kişinin kendini o kanunların üzerinde gördüğü monarşide, kanunları uygulatan kişinin, kendini o kanunlara tabi hissettiği, o kanunların ağırlığını omuzlarında taşıdığı halkçı yönetime kıyasla daha az erdeme ihtiyaç duyulacağı açıktır.” (Montesquieu, Kanunların Ruhu Üzerine, İş Bankası Kültür Yayınları, s. 26)
Montesquieu’nün burada bahsettiği erdem (hani kanunları uygulatan kişinin, kendini o kanunların üzerinde gördüğü için daha az ihtiyaç duyduğu erdem), Aristoteles’in adalet dediği şey değil mi? Ta kendisi.
* Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Temmuz-Ağustos 2013, Sayı 107, çev: Ali Acar, Sayfa: 431-454