“Uçamıyorsan evde kal!” Pandemi dönemi ve yaşlılık algısı üzerine…

İnsanlık, giderek hızlanan bir lokomotif gibi. Her geçen gün, daha fazla hız kazanabilmek için mevcut yüklerinden kurtulmak istiyor adeta. Bireyselliğin tohumlarının başak verdiği yüreklerde ise kendisi dışında bir yaşama yer yok. Doğum oranlarının azalması, gelişmiş ülkelerin bariz sorunu. Ve görüyoruz ki salgın döneminde huzurevlerinde ölüme terk edilen, tıbbî müdahalede önceliğini gençlere kaybeden yaşlılar da giderek gündelik yaşamdan çıkartılmaya çalışılıyor.

Avusturya asıllı Amerikalı Walter Mischel’in “Şekerleme-Marshmallow- Testi”ni eminim bir yerlerde görmüş veya okumuşsunuzdur. Mischel testini, 4-5 yaş aralığındaki çocuklar arasında yapmıştı. Özel hazırlanmış bir odada 15 dakika boyunca yanlarında kimse olmadan tabaktaki marshmallow ile baş başa bırakılan çocuklara bu süre içinde şekerlemeyi yemezlerse daha büyük ödül alacakları söylenmişti. Genel amaç çocukların bekleme süreleriyle başa çıkma biçimlerinin hayattaki başarıları üzerine etkisini ölçmekti. “Hazzın ertelenmesi” ile “hayat başarısı” arasındaki ilgi on yıl sonra teste katılan çocuklardan yüz tanesine ulaşılmasıyla daha net ortaya konabildi. Zira şekerlemeyi yemeyip daha büyük ödüle karşı bekleme sabrını gösterebilen çocukların daha başarılı bir yaşam sürdüğü görüldü.

                Mischel’in testini “Hissedilen Zaman” kitabında inceleme altına alan Marc Whittmann, testte sabırsız davranan ve daha büyük ödüle kavuşmayı beklemeden bir an evvel tatmin yolunu seçen çocukların dar bir zaman ufkuna sahip olduğunu belirtiyor ve bu tür insanlar için “zaman miyobu” terimini kullanıyor. Daha çok şimdiki zamanı yaşayan bu insanlara karşı Whittmann, şimdiki zamanı yaşamak ile gelecek perspektifi arasında kalmamak için duygusal zekamızı kullanmanın ve seçenekleri buna göre değerlendirmemizin önemine vurgu yapıyor ve ekliyor: “Özgür ve hayat dolu biri, tatmini her zaman ertelemez; daha ziyade ne zaman eğleneceği ve ne zaman bekleyeceği konusunda akıllıca davranır.”

                Rutin yaşantının, zamanın algılanışı üzerine etkisini de değinen Wittmann, farklı yaş dönemlerinden örnekler sunuyor. Yaşlandıkça zamanın daha hızlı geçtiği hissi hemen herkesçe malumdur. İşte bu konuda yazar, hayatımızda artan rutinlerin zaman algımızı etkilediğine ve geçen zamanı daha “hızlı” olarak algıladığımıza dikkat çekiyor. Çocukluk ve gençlik döneminin pek çok yeni deneyimi barındırması bellekte daha kalıcı izlerin kalmasına bu da öznel zamanın süresinin uzamasına neden olur. Ancak yaş ilerledikçe aynı deneyimlere bellekte daha az yer ayrılır ve bu durumun sonucunda daha düşük kaliteli bellek içerikleri ortaya çıkar. Bu durumu yazarın şu sözleriyle özetleyebiliriz:

                “Yaşları ilerledikçe insanların hayatlarındaki rutinler arttığından -deneyimleri giderek daha fazla tekrara dayandığından- karşılaştıkları ve dikkat ettikleri yenilik miktarı da giderek azalır; bunun sonucunda da hayatın dönemlerinin öznel süresi kısalır.”

Kum taneciklerinin değişen ritmi

                Tam da bu noktada Wittmann’ın yolu, hafıza ve unutma üzerine çalışmalarıyla bilinen Douwe Draaisma ile kesişir; zira “Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer” isimli kitabıyla Draaisma, bellek ve yaşlılık temelinde ortaya koyduğu argümanlarla Wittmann’ın tespitlerine daha derin bir bakış getirir. Konuya ilgi duyanların keyifli okuyacaklarına inandığım kitabında Draaisma “yaşa bağlı meydana gelen zamanı algılama farklılığı”nı anlatırken Fransız filozof Jean-Marie Guyau’nun kısaca özetleyeceğimiz kum saati metaforundan faydalanır.

                Basit bir el hareketiyle kum saatini alt üst ettiğimizde kum taneciklerinin yavaş yavaş alt hazneye inişini izleriz. Ancak kum saati ne kadar sık çalıştırılırsa zaman da o denli hızlı geçmeye başlayacaktır. Zira, farkında olmadığımız süreçlerin de etkisi mevcuttur. Kum saatinin devinimi esnasında kum tanecikleri sürekli birbirlerine sürtünürler, aşınırlar ve giderek parlaklaşırlar. Aynı zamanda her geçişi esnasında temas ettikleri boyun kısmını da aşındıran ve genişleten tanecikler, sürtünmenin azalması sonucu artık aşağıya daha kolay ve daha hızlı akar. Bu durumda aynı ebatta, aynı vasıflarda dahi olsa birbirinin tıpatıp benzeri olan kum saatlerinden eski (yaşlı) olan için zaman çok daha hızlı akmaktadır artık.

                Acaba çocukların da yaşlıların da çoğunca güne erken başlayanlar olması hayata karşı doyumsuzluklarından mıdır? Küçükken keşfedecek onca şeyin cazibesiyle uyumamak için direnirken, yaşlandığımızda elimizden kayıp giden zenginliğin fark edilen kıymeti midir uykuyu haram sayışımız?

“Sık sık dediğim gibi, yaşlılığın ürünü de geçen iyi zamanın hatırası ve bereketidir.”

Modern yaşamın artık miadı dolmuş organizma gözüyle bakmaya başladığı, kapitalizmin düşük tüketim performansını beğenmediği, neoliberal politikaların kambur olarak değerlendirdiği, sigorta şirketlerinin uzun yaşayanlarını kârdan zarar olarak gördüğü bir dönemde ortaya çıkan Covid-19 virüsü yaşlılığa son darbeyi vurdu. Muhakkak ki pandemi sonrası dünya, tamamen başka bir yöne dümenini kıracak. Ancak tüm denklemini üretim ve tüketim sarmalına göre oluşturan bir düzende yaşlılığa gereken özenin gösterilmeyeceğinden korkarım. Sistemin yarattığı zihniyetin bu salgın döneminde sokakta denk geldikleri yaşlılara olan yaklaşımını hatırlatmama bilmem gerek var mı? Yaşlılık algısının pandemi döneminde geçirdiği dönüşüme dair yazdığı makalesinde akademisyen Meryem Özdemir konuyu şöyle vurguluyor:

                “Yaşlıların kültürel yaşamları incelendiğinde kuşaklar arası iletişim ve etkileşimde küresel kültür karşısında direnç gösteremedikleri ve zamanla geleneksel yaşamdan uzaklaşılan bir yaşamın izini sürdükleri anlaşılmaktadır. Dolayısıyla yaşanan gelişmelerle beraber saygınlığı, otoriterliği, danışmanlığı, yol göstericiliği vb. rolleri ile toplumun kültürel yaşama uyumunu sağlayan kültürel bellekler olmaktan çok, toplumun küreselleşen kültürüne uyum sağlamaya çalışan bireyler olarak yaşamlarını sürdürdükleri söylenebilir.  Yol gösteren ve danışılan yaşlının günümüzde kitle iletişim araçlarını kullanmak için gençlerden yardım istemesi ve danışması, gideceği yere ulaşmak için karmaşık şehir hattını çözemeyip yol gösterilmesini istemesi bu değişime verilebilecek somut örneklerden sadece birkaçıdır.”

                İnsanlık, giderek hızlanan bir lokomotif gibi. Her geçen gün, daha fazla hız kazanabilmek için mevcut yüklerinden kurtulmak istiyor adeta. Bireyselliğin tohumlarının başak verdiği yüreklerde ise kendisi dışında bir yaşama yer yok. Doğum oranlarının azalması, gelişmiş ülkelerin bariz sorunu. Ve görüyoruz ki salgın döneminde huzurevlerinde ölüme terk edilen, tıbbî müdahalede önceliğini gençlere kaybeden yaşlılar da giderek gündelik yaşamdan çıkartılmaya çalışılıyor. Sağlıklarını koruma gayesiyle evlerine hapsettiğimiz, toplu taşıma araçlarına binmelerine müsaade etmeyip binenleri de zorla indirdiğimiz, kim bilir belki de “uçma” yeteneği geliştirmelerini beklediğimiz yaşlılarımıza karşı değişen bakış açısı toplum olmanın değerlerine sinsice sızan kurtlardır.

Güçlü olan ayakta kalır!

                Ancak şekerleme reklamlarında bir bayram ziyaretinde hatırlanacaklar arasına sıkıştırılan, bir “Alo” ile hasret giderileceğine inanılan yaşlılar ve yaşlılık için yirmi asır öncesinden Romalı hatip Cicero Yaşlı Cato’yu konuşturduğu kitabında “Sık sık dediğim gibi, yaşlılığın ürünü de geçen iyi zamanın hatırası ve bereketidir.” der. Oysa yaşam şartlarının giderek zorlaştığı bu coğrafyada insanlar ne çocuklukta ne de yetişkinliklerinde iyi hatıralar biriktirebiliyorlar; ki yaşlılıklarında o hatıralarla yaşayabilsinler. Şanslı olanlar üç kuruş emekli maaşına ve toruna bakıcılık etme ayrıcalığına (!) sahip olabilirken, önemli bir kısmı da huzurevinde okey oynamanın ve yaşıtlarıyla beraber olmanın cazibesiyle ikna edilmeye çalışılmaktadır. Kimi zamanda yaşlılık ve yaşlanma kabullenilmemesi gereken bir süreç olarak gösteriliyor. Sağlıklı yaşamanın ötesinde çeşitli estetik müdahalelerle yaşlılık halının altına süpürülmesi gereken bir kusur gibi gizlenmeye çalışılıyor. Çoğunluğu zaman miyobu olmuş, çocuk, genç ve yetişkinler korosu yaşlılara hep bir ağızdan “Kenara çekil!” diye bağırıyor.

Umarım tüm bunlar benim karamsar bakışımın hiçbir zaman gerçekleşmeyecek yansımalarıdır. Ancak pek çok ülkede görülen ve terk edilmiş bebeklerin soğuktan vb. sebeplerden ölmemesi için kullanılan “Bebek bırakma kutuları” ile evsizler için geliştirilen uyku kapsülleri “Güçlü olan ayakta kalır!” nidaları atan sistemin benzer konularda sunduğu alelade çözümlerden ikisi. Japonya Maliye Bakanı Tara Aso’nun 2013 yılında yaptığı açıklama da aslında modern (!) dünyanın yaşlılığa bakış açısını özetler nitelikteydi. Dünyanın en fazla yaşlı nüfus oranına sahip ülkelerinden olan Japonya’da, yaşlıların tıbbi bakımı için yapılan harcamaların devlete önemli bir yük oluşturduğu gerekçesiyle yaşlıların yaşamaya zorlanmaması gerektiğini belirten Aso ülkedeki yaşlılar için “Ölmekte acele etsinler” çağrısında bulunmuştu.    

                Ve bir gün...Kitaplığımdaki kitapların adlarını heceleyerek okumasını geliştirmeye çalışan oğlum belli ki Draaisma’nın kitabını da eline almış; hiç ummadığım bir anda, babamla beraberken soruvermişti:

                “Dede, yaşlandıkça hayat neden çabuk geçer?”

                O ara babamla göz göze geldiğimizi anımsıyorum. Shakespeare’in insanın yedi çağını anlattığı şu dizeleri geçivermişti zihnimden:

                “…

Altıncı perde, burnunda gözlük, yanında kese, yaşlı biri/ Eskimesin diye sakladığı pantolonu/ Sıska bacaklarına büsbütün bol gelir;/ Bedeni kurumuş, ayağı terlikli bir soytarı halini alır/ Kalın erkek sesi, tekrar çocuk sesi gibi incelerek düdük sesine döner/ Ve son perde:/ Bu acı ve aynı zamanda coşkulu hikayeyi sonuçlandıran bölümdür;/ İkinci bebeklik dönemidir; tam bir unutulmuşluktur/ Gözsüz, dişsiz, hiçbir şeysiz.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi