Kerem Gürel
“Toplum diye bir şey yok!”
Kimi zaman sinsice kimi zaman bir darbe ya da savaşla (Şili’de ya da Irak’ta olduğu gibi) devletlerin zihinlerine girip binlerce yıllık anlayışı değiştiriyor neoliberal düşünceler. Hobbes’tan Locke’a ve tabii Rousseau’ya kadar pek çok düşünürün kafa patlattığı, kiminin korkuyla, kiminin kendiliğinden bir sözleşmeyle oluştuğunu öne sürdüğü devlet, tüm haşmetiyle bugün halkının masasından kalkmış sermayenin masasında doyar-doyurur olmuştur çoğu ülkede.
Bu his bende ilk ne zaman doğdu anımsayamıyorum. Hayatımın rutine bindiği, birbirine benzeyen günlerin önümden akıp gittiği bir zaman dilimi olmalı. Sanki yaşamımın tam orta yerinde koca bir boşluk var da ben onun etrafında dönüp duruyormuşum gibi geliyordu. Sisifos1 ya da Danaidler’in2 benzeri bir lanet dolanıyordu adeta üzerimde. Bu fasit daireyi çatlatmam, bu çemberden çıkmam gerekiyordu.
Teknolojinin büyülü gerçekliğinde, sosyal medyanın sahteliğinde dolanıp durduğum zamanlarda yakalandım sanırım. Çemberimi kırdığımı düşündüğüm bir anda bir başka çemberin ortasına düşüveren hımbıl bir hamster oluvermiştim. Çevirdiğim çarkın feleğe çalışmadığını fark etmem zaman aldı. O indirim senin, bu indirim benim geziyor, hepsini burada bulabileceğimi söyleyen “trendy” olmuşların arasında Amazon yerlileri gibi sahibinden satılık eşyalar arayıp duruyordum. Sevdalısından mektup bekleyen âşıklar gibi bekler olmuştum kargocuların yolunu. Kimiyle abi-kardeş oldum zamanla kimiyle sıkı dost. Cenk Koray’dan beri hayran olduğumuz kutu açmaların zevkini doyasıya yaşıyorduk artık. Havalı poşetler, ambalaj naylonları, parçalanmış koliler fink atıyordu ortalarda. Kâlûbelâdan başlayıp tee İsrafil’in Sur’una dek uzanan nur topu gibi tombul yanaklı gürbüz mü gürbüz taksitlerim vardı. Cigabaytlar, megapikseller yerleşmişti dilime. Kutu açma videolarında telefon ekranından sıyrılan jelatinin sesiyle keyifleniyordum artık. Satın almanın dayanılmaz hafifliğinde cüzdanı boşaltmanın yarattığı çocuk umarsızlığıyla kendimizden geçiyor Bakkhalar3 gibi çılgınca dans ediyorduk.
İdeal Tüketici
Hani, aslında bulunmamanız gereken bir yerdesinizdir de gidemediğiniz için içinizde garip bir huzursuzluk hissedersiniz ya, işte onun gibi bir duygu bırakmadı hiç peşimi. Satın alma, biriktirme, yığma, taşma birer yanıp sönme haliydi artık. İnternette indirim kovalama, kargo yolu bekleme çok daha zevkliydi sahiplenmekten. Belki içinde az da olsa umut kaldığı içindir, dibi sıyrılmamış kutusunda Pandora’nın…
Sonra bir gün, ne ben sızlandım gözlerim acıyor diye, ne de başımda dikilen Trinity cevap verdi, “Daha önce kullanmadığın içindir”. Ama uyanıyordum. Üzerime dikilen giysinin, göğsüme yapıştırılan “ÜRETİR-TÜKETİR” etiketinin parçalanma seslerini duyuyordum, Matrix’imden yüz çevirip. Dikişler patlıyordu teker teker.
Kutu açma videolarının, kargo takip numaralarının dolanıp durduğu zihnimde Adam Smith’ler, Milton Friedman’lar geziniyordu artık. Neonların aydınlattığı pırıl pırıl caddelerden çıkmış sıçanların kedileri kovaladığı izbe, karanlık sokaklarında gezinir olmuştum beni kendine bağlayan bu sistemin.
Bugün hâlâ çok fazla uzaklaşabilmiş değilim aslında. Prangalarımın demirlerinin çok esnediğini söyleyemem. Artık ayda bir yapılan kitap alışverişleri bir de teknolojik kaçamaklarla körlüyorum nefsimi. Ancak insanı sömüren bu sistemin acımasızlığına daha çok isyan ediyorum. Kasanın hep kazandığı altta kalanınsa hep ezildiği ancak çok az insanın bu çığlıkları duyabildiği, duyanların da değiştiremediği neoliberal bir dünyada yaşamak her geçen gün daha fazla zorlaşıyor.
Toplum diye bir şey yoktur
Evet Herr Schopenhauer, haklıydınız! Yokluktan beliren her ihtiyaç yahut arzu, acıya karşılık geliyordu ve bir şekilde giderilmeyen her istek acıya yol açtığı gibi, tatmin edilen her istek de kısa bir doygunluğun ardından yerini derhal yeni bir isteğe bırakıyordu. Ve çok iyi biliyorlardı bizim bu eksikliğimizi. Sistem insanın açığını bulmuş, kaşını patlattığı rakibinde sürekli aynı yere çalışan boksör gibi buradan saldırıp duruyordu artık. Bu uğurda toplum silinmeli birey çağrılmalıydı sahneye. Spotlar onu aydınlatmalı, alkışlar onun gururunu okşamalıydı. Mavi döpiyesiyle zihinlerimize kazınan Prime Ministırımız, Thatcher’ımız ne diyordu, “Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır.”
Görebilse torunlarının çokluğuyla gurur duyardı eminim Narkissos bu modern zamanlarda. Oysa gemi azıya alan bireyselliğin bir süre sonra narsisizme dönüşmesi ve hedonizmle kol kola nihilizme yelken açılması pekâlâ mümkün. Şu ünlü bilgisayar oyunu GTA’da gibiyiz. Görevleri yerine getirip efendi efendi seviye atlamak da var ama sınırsız özgürlük evreninde bolca saçmalayıp dehşet saçıyor, yakıp yıkmanın sadist zevkiyle kayıyoruz nihilizmin koyu karanlığına. Neoliberalizmin Harabeleri kitabında bakın bu hususa nasıl dikkat çekiyor Wendy Brown:
- "Neoliberalizmin ekonomikleştirici yani çağın nihilizminin kuvvetini artırdı, aynı zamanda hızlandırdı; bunun için önce girişimciliğin dokunmadığı, paraya çevrilmemiş hiçbir şey bırakmadı, sonra da finansallaşmayla insan varlığının her yönünü gelecekteki değerleriyle ilgili yatırımcı hesaplarına tabi kıldı. Biz tepeden tırnağa insan sermayesi haline gelirken neoliberalizm kişinin ruhunu satmasını rezil değil gündelik bir şey kılıyor.”
Uyanık olduğumuz saatlerimiz zaten işgal altında, uykumuza da çoktan göz koydular. Reklamsız, tüketimsiz onca saat ne büyük lüks şu insanoğlu için, değil mi ama! Allahtan klozetin tepesinde geçirdiğimiz zamana sızdılar da reklam izleyerek, indirim takip ederek, hiç olmadı bir iki kişisel bilgi kırıntısını etrafa saçarak tatmin ediyoruz muhteremleri. Pek çok kişi tuvalete telefonsuz girdiğinde kendini çırılçıplak hissediyor artık. Güzel öğütlendik, güzel tembihlendik Allah için!..
Satın al!
Kimi zaman sinsice kimi zaman bir darbe ya da savaşla (Şili’de ya da Irak’ta olduğu gibi) devletlerin zihinlerine girip binlerce yıllık anlayışı değiştiriyor neoliberal düşünceler. Hobbes’tan Locke’a ve tabii Rousseau’ya kadar pek çok düşünürün kafa patlattığı, kiminin korkuyla, kiminin kendiliğinden bir sözleşmeyle oluştuğunu öne sürdüğü devlet tüm haşmetiyle bugün halkının masasından kalkmış sermayenin masasında doyar-doyurur olmuştur çoğu ülkede. Oysa karşımıza çıkan şey bu politikaların da hesaplayamadığı Frankensteinvari bir yaratık olmalı. Sosyal vasfı kadükleştirilmiş, insanî yönü budanmış bir devlet cilalanıyor dünya genelinde.
Kapitalizm satın alma üzerinden insanları mutlu olacaklarına ikna ederken devletin kılcal damarlarına kadar işleyen neoliberal politikalar çevresel şartları düzenleyip iyileştirmektense tüketimi ya da antidepresan kullanımını çıkar yol olarak insanların önüne koyuyor. Sonuç olarak mutsuzluk ortaya çıktığında her ikisi birden tüm sorumluluğu bireye yükleyip bunun kendi yetersizliğinden kaynaklandığını haykırıyor yüzüne. Bu depresif-rekabetçi ortamda eşitsizliğin, adaletsizliğin dal budak saldığı bu sahnede gözler devleti arasa da çoğu zaman aranan devlete neoliberal kostümü üzerinde sermayeyle beş çayını içip batan güneşi izlemekle meşgul oluyor üçüncü dünya ülkelerinde (!). Büyüsünü yitiren dünyada nüfusun büyük çoğunluğu masaldaki Hansel ve Gratel gibi artıklarla beslenip tümden yutulacağı günü bekler hale getiriliyor. Günün sonunda masalın mutlu sonla bitmesi pek de olası gözükmüyor. İyi ki tüm moda vb dayatmalara rağmen mutluluk için bir kriter belirlenmedi. Ve hâlâ insan sayısı kadar mutluluk türü de var. Milyon dolarlık villalardan yayılanlar kadar gerçek kahkahalar, evladına sarılan bir babanın yüzünde ya da çamura bulanmış bir çocuğun yüzünde patlayıveriyor ansızın…
Basit, yalın parayla ölçülmeyen mutlulukları sevmeyen sistemin en son çabasıdır insan zihnin kıvrımlarına gizlenmiş “Satın al!” butonunu bulmak. Tüm uğraşı bunadır. Pazar araştırmalarının, nöropazarlamanın, davranışsal iktisat çalışmalarının nihai hedefidir onların satacağı mutluluklara muhtaç olmamız.
1Korint Kralı Sisifos Tanrıları kızdırır ve onlarda onu sonsuza dek bir taş dağın tepesine kadar yuvarlamaya mahkûm ederler; hedefe her yaklaşmada taş yine aşağıya düşer.
2 Danaid'ler Kral Danso’un elli kızına verilen addır. Efsaneye göre babaları evlendikleri gece kocalarını öldürmelerini ister. Biri hariç kırk dokuz kız kocalarını öldürürler ve işledikleri suçtan dolayı cezalandırılıp yeraltına gönderilirler. Cezalarıysa oradaki ırmaktan her tarafı delik deşik olmuş çanaklarla günahlarından arınmak için bir küveti doldurmaktır. Ancak küvetteki suyla yıkandıklarında affedileceklerdir. Küveti bir türlü dolduramazlar ve cezaları da sonsuza kadar sürer.
3 Bakkha Rahibeleri: Atinalı oyun yazarı Euripides’in yazdığı trajedide rastladığımız bu kahramanlar Dionysos için düzenlenen şenliklerde kendilerinden geçerek dans ederlerdi.