Size ayak uydurmam ne mümkün Bay Roquentin!

Her şey bir anda oldu. Hiç aklımdan geçmiyordu. Ilık bir sonbahar günü güneş son ışıklarını topluyor, ılık ve yorgun bir akyel nazenin elleriyle yanağımı okşuyordu ve ben hayatımın kırılma noktasını yaşıyordum. Bir araba çirkin kornasını öttürdü bir ara. Bir çocuk ağız dolusu küfür etti. Işıklar yandı, perdeler çekildi.

                Geçen hafta pandemi döneminde yaşlılık algısındaki değişimi anlattığım yazıyı Shakespeare’in “İnsanın Yedi Çağı” şiirinin son mısraları ile tamamlamıştım. Bu yazıya ise “Nasıl Hoşunuza Giderse” isimli kitapta yer alan bu güzel şiirin tamamı ile başlamanın daha uygun olacağını düşündüm.

“Bütün dünya bir sahnedir,/ Kadın, erkek bütün insanlar da oyuncular./Her birinin giriş ve çıkış zamanları vardır./ Her insan kısa ömrü içinde çeşitli roller oynar./Ve yedi perdeye bölünmüştür hayatı;/ Birinci perdede bebektir;/ Sütninesinin kollarında salyalarını akıtarak ağlar./ Sonra sızıldanan bir okullu;/ Sırtında çantası, tertemiz sabahlık yüzü ile isteksiz,/ Sümüklü böcek gibi sürünerek okula gider./ Ve sonra aşıktır; fırın gibi derinden nefes alır,/ Sevgilisinin kaşına türküler düzer./ Sonra pars bıyıklı bir askerdir,/ Ağzında garip küfürler, kendi onuru üzerine titrer,/ Çabuk kızıp kavgaya girişir,/ Su kabarcığından farksız şanı şöhreti top ağzında bile arar./ Sonra da herkese adalet dağıtan biri;/ Saygındır, toparlak göbeği besili bir piliçle astarlanmıştır./Bakışları sert, sakalı usulünce kesilmiş,/ Ukala bilgelikleri, herkesin kullanabileceği örnekleri boldur./ Böylece kendi rolünü oynar./ Altıncı perde, burnunda gözlük, yanında kese, yaşlı biri;/ Eskimesin diye sakladığı pantolonu/ Sıska bacaklarına büsbütün bol gelir;/ Bedeni kurumuş, ayağı terlikli bir soytarı halini alır./ Kalın erkek sesi, tekrar çocuk sesi gibi incelerek düdük sesine döner./ Ve son perde:/ Bu acı ve aynı zamanda coşkulu hikayeyi sonuçlandıran bölümdür;/ İkinci bebeklik dönemidir; tam bir unutulmuşluktur:/ Gözsüz, dişsiz, hiçbir şeysiz.”

(Geçenlerde arşivimde eski bir Hi8 video kasedi buldum. Yirmi yıl öncesine ait kasette kendimi izledim. Kameranın karşısına geçip uzun uzun konuşan kendimi. Hayallerini, hedeflerini, arzularını anlatan gençliğimi… İşte bu yazıyı asla vaktinden evvel eline ulaştıramayacağım gençliğime yazıyorum!..)    

***

                Bir anda oldu!

                Her şey bir anda!.. 

                Hiç aklımdan geçmiyordu oysa. Ilık bir sonbahar günüydü. Güneş son ışıklarını topluyor, yerküre kül rengi bir gökyüzünün altında yine kendini herhangi bir günün herhangi bir akşamına hazırlıyordu. Ve dünyanın herhangi bir yerindeki sıradan, alelade bir insan olan ben, dışarıya çıkmış, hangisi olacağı çok da önemli olmayan bir marketten alınacak ihtiyaçlar için sadece bilmek zorunda olanların bildiği sıradan bir mahallenin yıllardır değişmeyen yollarında sallanarak yürüyordum. Güneyden kopup gelen ılık ve yorgun bir akyel, nazenin elleriyle okşadı yanağımı.

Huzur…

                Her yıl, her hafta, her gün! Bisiklet tepesinde çocuk olmanın doyumsuz şen kahkahalarıyla geçtiğimi de hatırlıyorum bu yollardan, bir çift yeşil gözden koptuğum böylesi bir vakitte, bedenimi sürükleyen adımlarla yürüdüğümü de.            

                On’u, yirmi’yi, otuz’u tükettim bu yollarda. Kırk’ıma göz diktiler. Bir anda değişmedi belki ama o kalın perdenin kalkışıyla kamaştı gözlerim. Ne kükreyen yirmi’lerde, ne çabalayan otuz’larda hissetmiştim bu duyguyu. Bay Roquentin’in* gibi belki de… 

                Her şey bir anda oldu. Hiç aklımdan geçmiyordu. Ilık bir sonbahar günü güneş son ışıklarını topluyor, ılık ve yorgun bir akyel nazenin elleriyle yanağımı okşuyordu ve ben hayatımın kırılma noktasını yaşıyordum. Bir araba çirkin kornasını öttürdü bir ara. Bir çocuk ağız dolusu küfretti. Işıklar yandı, perdeler çekildi.

Bütün dünya bir sahneydi, Shakespeare’in de dediği gibi… Ve ben iki perdelik bu oyunun perde arasında bu zamana kadar oynadığım tüm rollerin kostümleri üzerimde, kan tere boğulmuşken fark ediyordum bir oyunun içinde olduğumu. 

                Sahi ben kimin hayatını yaşıyordum?

                Onlu yaşlarımda ergenlikle araladım hayal dünyasının kapılarını. Tek kanallı yayınlardan çok kanallı döneme geçiyor, Amerikan filmlerinin cazibesine kapılıp Parliament Sinema Klubünün jeneriğinde modern (!) Amerikan yaşamına hayran oluyordum o yıllarda. 5. Cadde’yi arşınlıyor, Central Park’ın kehribar renge boyanışını izliyordum sonbaharda. Bir gün elinde şemsiye şövalyelik yapan Richard Gere oluyordum, bir başka günse Michael Knight.

Lanetli Sisifos

                Yirmilerde iflah olmaz bir romantik olup çıkmıştım. Defalarca sinemaya gidip izledim Meggie’nin Seth’in kollarında can verişini.** İş, eş, X5 formülü kazılıydı zihinlerimize. Modern (!) yaşam bizden ne istiyorsa onu yapmalı, oyunu kuralına göre oynamalı, bu cangılda savaş vermeliydik. Kargılarımız, kalkanlarımızla hazırdık. Savaşıyoruz sandık. Kerberos’u zapt eden Herkül duruşu vardı güya üzerimizde. Ya da kartalı göğüsleyen asi Prometheus’un cesareti. Oysa ayağımızdaki bağı fark edemedik. Ne uzayabildik ne de kısaldık. Ne Herkül ne Prometheus. Lanetli Sisifos olmak vardı kaderimizde. Attığımız oklar, mızraklar da hedefi vurmadı biz de o bağdan kurtulamadık. Sorumluluk. Özveri. Erdem. “İyi ol!” dediler “İyi” olduk. Onun dediğini yapınca ona iyi, bunun dediğini yapınca buna “iyi” geliyorduk. İyi oluşumuz zamana ve kişiye göre, hatta kişinin ruh haline göre de değişebiliyordu. Ama biz iyilik timsali olmanın hülyasında göremediğimiz zincirlerle bağlandık kaldık. Bize biçilen rolleri oynamaktı görevimiz.

(ARA SPOT)İşte tam böyle bir zamandı.

Usulca çeviriverdim kafamı.

Gerek yoktu aslında. Böyle de mutluydum. Reklam arasıydı sadece.

                Dünya üzerinde herhangi bir mağaranın herhangi bir köşesinde yer edindik kendimize. Sevindik. Ahrette iman dünyada mekân diyerek okşadılar sırtımızı. Usulca. Birdik iki olduk. İkiyken üç. İncecik televizyonlarla, rahat koltuklarla dayadık döşedik. Sonra otuz oldum bir ara. Önemsizce. Telefonlarımızı yeniledik. Sevindik. Yenisi çıktı onu aldık. Ona da sevindik. Televizyon eskimişti değiştirdik. Yıl sonuydu, indirim vardı. Kaçırmadık. Kargolar yağdı üzerimize üzerimize (kulakların çınlasın Yali).***        Alıştık. Başta kuzu gibi sevimli, alçakgönüllüydü alışkanlıklarımız, sonra büyüdü Montaigne’nin ihtiyarı gibi biz de sığdıramadık kucağımıza. Herhangi bir mağaranın herhangi bir köşesinde, alışkanlıkların sıcağında, artık değiştirme zamanının geldiğini düşündüğümüz koltuklara gömülüp, bu hafta kim elenecek acaba diye heyecanlanıyor, ekrana kilitleniyorduk. Tavşanın tüylerinin dibinde.**** 

                İşte tam böyle bir zamandı. 

                Usulca çeviriverdim kafamı. 

                Gerek yoktu aslında. Böyle de mutluydum. Reklam arasıydı sadece. Fark edemedim bağlarımın zayıfladığını. Usulca çeviriverdim kafamı mağaranın girişine. 

                İşte o zaman yandı gözlerim! Daha önce hiç kullanılmamış olmanın tazeliğinde, gerçeğin güneşiyle. Her şeyin bir gölge olduğunu fark ediverdim. Oysa ben sadece dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir adam olarak alelade bir marketten bir koli yumurta, bir bağ pörsümüş marul, bir şişe “paha biçilemez” sıvı yağ ve iki de çikolata alacaktım. 

                Buydu amacım. 

                Benden beklenenler vardı. Benden bekleyenler vardı. 

Bu ülke

                Oysa durdum. Yürümem gerekirken. Hayatın akışına, hızına karşı, durdum. Ilık bir sonbahar günü güneş son ışıklarını topluyordu. Ilık ve yorgun bir akyel yanağımı okşuyordu nazenin elleriyle. Ve ben her yıl, her hafta, her gün; kâh bisiklet tepesinde, kâh gözleri yaşlı arşınladığım bu alelade yollarda durmuş havanın giderek kararmasını izliyordum. Işıklar yanıyor, perdeler çekiliyordu. Bir çocuk küfrediyor, çirkin bir korna sesi yankılanıyordu dip dibe sokaklarda. Akşam gelecek, sabah olacak ve ben bir başka gün bir başka pörsümüş marul ve çikolatalar için mücadele vermek zorunda kalacaktım. 

                Telefonuma gelen bildirim sesleriyle irkildim.              

                Bay Roquentin bulantılarla, varoluş sancılarıyla kıvranabilirdi ama benim anlam arayışlarım, geçmişle hesaplaşmalarım “paha biçilemez” bir teneke yağın altında, sorumluk ipiyle bağlı kalmıştı.

Çünkü Tanpınar’ın da dediği gibi bu ülke evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânı vermiyordu!

                Yürüdüm...

       * Bulantı, J.P.Sartre               

     ** City Of Angels, 2001

   *** Tüfek, Mikrop ve Çelik, Jared Diamond

 **** Sofi’nin Dünyası, Jostein Gaarder

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi