Gönç Selen
Sapere Aude!
“Kendi aklını kullanma cesareti göster!”
Descartes’la kendi zihnimizi keşfetmiş ‘özne’ olmuştuk. Kant’la düşünmenin sihrini keşfetmiş, aydınlığa kavuşmuştuk. Ama postmodern dünya ‘özne’liğimizi de ‘kendi aklımızı kullanma yetimizi’ de aldı elimizden. Doğruluğumuz doğru, hakikatimiz hakiki, gerçekliğimiz gerçek değil artık.
Bundan üç hafta önce, 17 Mayıs tarihinde ‘Yalan Yuva Yapmış Ağızlara’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Siyasetçileri topyekûn eleştiren bir yazıydı. Özetle yalan söylemenin siyasetçi için artık sıradan bir eylem olduğunu, bu ahlaksızlığın siyasetçi için artık bir siyaset yapma yöntemi hâline geldiğini, günümüzde siyaset yapmanın yalan söylemekle ve ikiyüzlü olmakla eşdeğer hatta neredeyse eşanlamlı sayılabileceğini dile getirmeye çalışmıştım. Bana kalırsa yazının bu konuda eksiği vardı, fazlası yoktu. Ama çok değerli dostum Mehmet Özbay, önemli eleştiriler yaptı ve aslında yazıda bazı fazlalıklar olduğuna dikkat çekti. O fazlalıklar “artık” kelimesini kulanmış ve “hâline geldi” demiş olmam. “Zaten hep öyle değil miydi?” dedi. Açıkçası sevgili Mehmet’e hak vermemek elde değil. Doğru söylüyor. Siyaset hep öyleydi. Ancak siyasetteki ahlaksızlığı, yalanları, ikiyüzlülüğü katlayan ve bize çok daha ağır sonuçlar yaşatan önemli bir fark var eskiyle bugün arasında. O farkın adı postmodernizm.
POSTMODERNİZM
Ben bu postmodernizme fena halde takılmış olanlardanım. Güzel sanatlarda, edebiyatta, mimaride hatta felsefede postmodern yaklaşımlara pek itirazım yok. Hatta bu akıma ait bazı sanat eserlerini çok beğeniyorum ve belli başlı felsefi görüşlere de katılıyorum. Ancak bu kavramın gündelik hayatımızı dönüştürdüğü hâline itirazım var. Hele de siyasete yaptığı etkiler kabul edilebilir gibi değil. Suçu yine postmodernizme atmamın nedenini ve bununla Mehmet’in eleştirisi arasında nasıl bir bağ kurduğumu açıklamak isterim.
Ayrıntılı ve felsefi derinliği olan bir postmodernizm tanımı yapma niyetim yok elbette. Çünkü bu akademik bir tavır olur ve bu türden bir tavrın yeri değil bu mecra. Ama yine de derdimi anlatabilmek için çok basit de olsa bir tanım yapmak gerekiyor. Postmodernizm ‘post’ ön ekinden de anlaşılacağı üzere modernizm sonrası bir dönemi işaret ediyor. Ancak ‘sonrası’ anlamına gelen bu ‘post’ ön eki postmodernizm açısından yanıltıcı olmasın. Modernizmi geliştiren, onu bir ileri aşamaya taşıyan bir ‘sonralık’ anlamı içermiyor. Tam tersine, modernizme karşı saldırgan bir eleştirel tutumdan hareketle, onun değerlerini dönüştürmek, hatta yer yer yok etmek üzerine kurulu bir düşünce akımı diyebiliriz. Bu durumda sonrası anlamını taşıyan ‘post’ ön eki yerine zıttı, karşıtı anlamına gelen ‘anti’ ön ekini belki de daha çok hak ediyor bu düşünce akımı. En azından yaşam pratiklerimize dönüşmüş hâli için bu akıma ‘anti-modernizm’ demek daha isabetli olabilir.
ÖNCE MODERNİZM VARDI
Peki postmodernizm, kendisinden önce var olan modernizmin hangi değerlerine nasıl saldırıyor da pratikte bir modernizm karşıtlığı olarak çıkıyor karşımıza? İşin felsefesine çok derinden girmeyeceğimi söyledim ama yine de basit bir felsefi altyapıdan bahsetmek şart.
Modernizmin tohumlarını ünlü Fransız düşünür Descartes’ta buluyoruz. O ünlü sözü “düşünüyorum öyleyse varım” aslında modernizmin kapılarını aralayan müthiş bir buluş. Descartes bu düşünsel buluş yolculuğuna şöyle başladı. Dünyayla fiziki ilişkimi kuran şey nedir? Algılarım. Ancak şartlar değiştikçe algılarım da değişiyor. Öyle ya… Gördüğüm şeyi ışık sayesinde görüyorum. Işık fazla olduğunda bir nesneyi beyaz, az olduğunda aynı nesneyi gri görebiliyorum. Hatta ışığın hiç olmadığı, zifiri karanlık bir ortamda o nesneyi göremiyorum bile. Ya da bir nesneye uzaktan baktığımda onu küçücük görüyorum ama yaklaştığımda onun kocaman olduğunu fark ediyorum. Demek ki algılarım beni yanıltabilir. Öyleyse onlara güvenemem. O kadar güvenemem ki fiziki madde olan kendi bedenimin varlığından bile şüphe edebilirim. Demek ki algılarıma dayanarak ulaştığım gerçek de şüphe edilebilir. Öyleyse, gerçeklik için kendime sarsılmaz, şüphe edilemeyecek bir dayanak noktası bulmalıyım.
Bu yolda derin düşüncelere (meditations) dalan Descartes şu noktaya varır: Her şeyden şüphe edebiliyorum. Demek ki şüphe edemeyeceğim hiç değilse bir şey var, o da şüphe ettiğim. Şüphe edebilmek için de bir ön koşul var, düşünmek. Yani ben şüphe ettiğimden, dolayısıyla da düşündüğümden şüphe edemem. Düşünmek dediğin şey de zihinsel bir faaliyettir ve faili de zihindir. Demek ki benim bir zihnim var. Böylece Descartes bedensel varlığını olmasa da zihinsel varlığını kanıtlamış olur. İşte bunun üzerine o büyük buluşu ifade eden ünlü cümlesini söyler. Bu anlamda “Düşünüyorum, öyleyse varım” cümlesini söylediği an insanlık adına tam bir kırılma noktasıdır. Descartes bu cümleyle aslında ‘özne’yi keşfetmiştir. Bu keşif, insan için gerçeğin ve onun zihindeki tezahürü olan hakikatin keşfidir aynı zamanda. Kendi varlığını kendi zihninin varlığına dayandıran Descartes daha sonrasında her ne kadar kendi dışındaki dünyanın varlığını da Tanrı’ya bağlasa da bu aslında solipsizmden (tekbencilik) bir kaçıştır adeta. Esasen Descartes’la birlikte gerçekliğin temeli değişmiştir. O ana kadar Tanrı üzerine inşa edilmiş olan gerçeklik, cogito (düşünüyorum) sayesinde artık özne (insan) temeli üzerine inşa edilmeye başlamıştır.
Descartes’ın araladığı bu modernizm kapısını daha sonra ardına kadar açan kişi de aydınlanmacı felsefesiyle Immanuel Kant oldu. O da insanın ‘özne’liğini daha da güçlendiren bir düşünce ortaya koydu. “Aydınlanma Nedir” Sorusuna Bir Yanıt adlı ünlü makalesine Kant şu sözlerle başlar: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.” (Çev: Nejat Bozkurt) Daha sonra sözüne Romalı asker ve şair Horatius’un şiirinden ödünç aldığı Latince bir deyişle devam eder: “Sapere Aude!” der ve bu sözü ‘Aydınlanma’nın parolası ilan eder. Tam çevirisi “bilmeye cesaret et!” olan bu deyişi Kant “kendi aklını kullanmaya cesaret et” diye kullanır. Evet, insanın başkalarının aklıyla hareket etmek yerine kendi aklını kullanmaya cesaret etmesi, onu tam anlamıyla bir “özne” yapar. Hatta kimilerince insanı özgür kılar.
Descartes ve Kant’ın açtığı kapıdan modernizm dünyasına giren insan için artık iki değer çok önemlidir. Gerçek ve hakikat. Gerçek, özneden bağımsızdır ve tezahür etmek için onun aklına ihtiyaç duymaz. Özne işte bunun farkına varmıştır ve artık gerçeği algılayabilecek bir bilinç düzeyine erişmiştir. Gerçeğin zihindeki yansıması olan hakikate ise kendi aklını kullanma cesaretini göstererek ulaşır.
MODERNİZMDEN POSTMODERNİZME
İşte postmodernizmin topuyla tüfeğiyle saldırdığı en önemli modernist değerler gerçek ve hakikat idi. Bunlara bir de ‘doğru’yu eklediğimizde vahamet iyiden iyiye belirmeye başladı. ‘Doğru’ dediğimiz kavram insandan insana, durumdan duruma, kültürden kültüre değişebilir. Bu anlamda matematik ve geometri alanlarının dışında evrensel bir ‘doğru’dan bahsedemeyiz. Bilim bile öyledir. Bilimin bugün doğru kabul ettiği şey yarının yanlışı olabilir. ‘Hakikat’ de doğru gibidir. O da zihinden zihine, insandan insana değişebilir. Sonuç olarak insanın zihninde yaptığı bir yorumdur. Ama ‘gerçek’ asla… O doğru ve hakikatin aksine tektir ve değişmez. Bu nedenledir ki hem doğrunun hem hakikatin dayanak noktası olmalıdır. Doğrularımız da hakikatlerimiz de gerçekle örtüşmelidir. Onları değerli kılan kriter, gerçekle uyumlu olmalarıdır.
Postmodernizm, doğru ve hakikatin görecelilik açığını yakaladı ve oradan saldırmaya başladı. Bu, tam anlamıyla insanların zihnine müdahaleydi. İlk işi doğru ve hakikati gerçeklikten uzaklaştırma çabasıydı ve maalesef bunda başarılı oldu. Bu başarıdan aldığı güç, ona aslında sarsılmaz, değişmez olan gerçeği bile eğip bükme cesareti verdi. İşte insanları doğrudan ve hakikatten, hatta gerçekten bile uzaklaştıran bu seviyedeki bir saldırı, Kant’ın “kendi aklını kullanma cesaretini göster” ilkesini de yok etmeye başladı.
POSTMODERNİZMDEN POST-TRUTH’A
Son zamanların popüler değimi post-truth, postmodernizmin en temel kavramlarından biri haline geldi. Hakikat-Sonrası diye çevirebileceğimiz bu kelimedeki ‘post’ ön eki tıpkı postmodern kelimesindeki gibi aslında kavramsal olarak ‘sonrası’ anlamına gelmiyor. Bu tabirde kullanılan ‘post’ esas olarak hakikati önemsiz kılan bir anlam taşıyor. Postmodernizmin bu stratejik hamlesi hakikati ve doğruyu insanların hayatında o kadar önemsizleştirdi, o kadar değersizleştirdi ki artık gerçeğin bile bir önemi kalmadı. Tüm bu kültürel evrimin aslında en ürkütücü sonucu, hem hakikat ve doğrunun evi olan insan zihninin hem de gerçeğin biricik dedektörü olan insan algısının bozulması oldu. Buradan yola çıkarak artık şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, insan aklını yücelten Kartezyen ve Kantçı devrim bir karşı-devrime maruz kaldı. Bir başka deyişle, esas postmodern darbe buydu. Insan aklına, hatta algısına karşı yapılan bir darbe. İnsanın ‘özne’liğini gasp eden bir darbe.
POST-TRUTH VE SİYASET
Post-truth aslında bir siyasi kavram. Yani postmodern siyasetçilerin halk üzerinde kullandıkları bir silah. Halk için hakikatin önemsizleştirilmesi o kadar güçlü bir silah ki işte az önceki satırlarda bahsettiğimiz ‘Sapere Aude’yi engelliyor. Öyle bir ortam yaratılıyor ki insanlar artık kendi akıllarını kullanma cesaretini gösteremiyor. Sonuçta halk bir anlamda zihinsel olarak köleleştiriliyor.
Sevgili dostum Mehmet’in eleştirisini haklı bulduğumu ifade etmiştim. Ama yine onun eleştirisine karşılık bahsettiğim eskiyle bugün arasındaki önemli fark işte bu postmodern düzende yatıyor. Evet siyasetçiler tarih boyunca yalan söylediler, halkları yalanlarıyla yönettiler. Hatta Platon kendi ‘Devlet’inde insanlar arasında bir tek siyasetçilere yalan söyleme yetkisi verdi. Ancak bu postmodern dönemin ortaya koyduğu fark çok başka. Daha önceki hiçbir devirde (buna mitolojik söylemlerin hâkim olduğu Antik Çağ ve dinin iktidar olduğu Orta Çağ da dahil) halk hakikatin önemini bu kadar yitirmemişti. Kendi aklını siyasetçilere bile isteye bu ölçüde teslim etmemişti. Siyasette yalanın bu kadar meşrulaştığı, doğru ve hakikat kavramlarının bu kadar yerlerde süründüğü, gerçeğin bu kadar eğilip büküldüğü bir dönem yaşanmamıştı.
Doğru, hakikat hatta gerçek o dönemlerde de siyasetçiler tarafından manipüle ediliyordu, insanlar da safça inanıyordu. Ama postmodern çağda insanlar doğru, hakikat ve gerçeği bilse bile bunları önemsemiyor. Bu kayıtsızlık hâli ise safça bir inançtan çok daha tehlikeli. İşte bu yüzden ‘artık’ dedim sevgili Mehmet. İşte bu yüzden…