Gönç Selen
Ne olduğumu boş ver, kim olduğuma bak!
Hiç kuşkusuz her birey için ‘kim’liği yani kim olduğu çok önemli. Çünkü bu, bir anlamda kendisini tanımlama ve konumlama yolu. İnsan kendisini hem doğanın ona verdiği niteliklerle hem de kendi kendine kazandığı ya da kültürün ona kattığı özelliklerle tanımlıyor. Cinsiyeti, ten rengi, boyu, burnunun şekli gibi maddi yani bedensel nitelikleri ve bazı zihinsel özellikleri doğanın bireye verdiği kimlik özelliklerinden bir kısmı. Kendi kendine edindiği ve içinde yaşadığı toplumun ona yüklediği niteliklere ise örnek olarak mesleğini, dünya görüşünü, milliyetini, inançlarını sayabiliriz. Birey kendini genellikle işte bu nitelikleri ile tanımlıyor. Kadın, erkek, eşcinsel; Türk, İngiliz, Fransız; Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, dinsiz, teist, deist, ateist; mühendis, doktor, öğretmen vs. Hemen hemen hepsinin de alt kolları açılımları, detayları var. Hepimiz kendi özgün kimliğimizi bu niteliklerimiz üzerinden oluşturuyoruz.
NE OLDUĞUMUZUN HİÇ Mİ ÖNEMİ YOK?
Hepsi iyi hoş da insanın ‘kim’liğini inşa etmeden önce ‘ne’ olduğunu anlaması, hadi bıraktım Evren’i, hiç olmazsa Dünya üzerindeki ‘ne’liğini idrak etmesi gerekmez mi? Ne olduğumuz, kim olduğumuzdan önce gelmiyor mu? Önce onu bilmemiz gerekmiyor mu? Tabii tam da bu noktada “Nereden çıkarttın böyle bir ayrımı? İnsanın kim olduğuyla ne olduğu bir ve aynı şey değil mi?” diye sorabilirsiniz. Hayır değil. Üstelik aradaki ayrım öyle nüans diye geçiştirebileceğimiz türden küçük ve basit bir ayrım değil. Koskocaman, dev gibi bir fark.
PEKİ NEDİR BU FARK?
Kim olduğumuzu tanımlarken ya da bunu ifade ederken, antroposantrik (insan merkezci) hatta çoğu zaman egosantrik (ben merkezci) düşünüyoruz. Birey bu tanımı kendine has özellikleri üzerinden yapıyor ve elbette kendini bir özne olarak konumluyor. Bunda da kötü bir yan yok. Elbette hepimiz birer özneyiz. Ama bana kalırsa problem, bu özneliğimizi abarttığımızda çıkıyor ortaya. Tıpkı bir cümlenin öznesinde olduğu gibi, kendimizi nesnenin de eylemin de biricik sahibi, hâkimi sayıyoruz. İşte bu benzetmedeki gibi insan olarak kendimizi her şeyin, hatta koca bir kâinatın merkezinde görüyoruz. Hayatımızı insan merkezci kuruyor, onun içerisinde de kendimizin biricik ve eşsiz olduğunu farz ediyoruz. Peki gerçek bu mu?
Gerçek çok farklı ve bizi bu abartılı ‘kim’lik rüyamızdan uyandıracak kadar sarsıcı aslında. Kendi küçük yaşantımızın en önemli öznesi olmakla o kadar meşgulüz ki, büyük resmin içinde görülmeyecek hatta yok sayılabilecek kadar küçük birer nesne olduğumuzu idrak edemiyoruz. Hatta bırakın idrak etmeyi, bunu fark etmekten bile aciziz. Büyük resimden kastım elbette ki pek çoğumuzun kavrayamayacağı kadar uçsuz bucaksız Evren’in ta kendisi. Sonsuzluğun içinde basit bile diyemeyeceğimiz bir nesne olmamıza rağmen, bir özne olarak kendimizi fazla mı önemsemiyoruz acaba?
EVREN VE İNSAN
O uçsuz bucaksız Evren’in içerisinde toz zerresi(1) bile sayılamayacak bir gezegende yaşıyoruz. O minnacık gezegenin hâkimiyetini eline geçirmiş mini minnacık varlıklar olarak da paydaşlarımıza ne kadar zalimce davrandığımızın farkında bile değiliz. Sırf vızıltısıyla bizi huzursuz ediyor ya da sabahları oramıza buramıza konarak bizi uykumuzdan ediyor diye sıkıveriyoruz karasineklerin üzerine ölüm gazını. Sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz o tatlı ve başka bir canlının hayatından çok daha değerli uykumuza. İnsanı köleleştirmek neyse ki artık ahlâken kabul edemeyeceğimiz bir tutum. Ama hayvanları köleleştirmek bizim için hâlâ çok normal. Bitkiler ve hayvanlarla ortak yaşam alanlarımıza kentler kuruyor, sonra “ne işi var bunların burada” diyerek ağaçları kesiyor, hayvanları kovuyoruz. Bu istilaya da medeniyet diyoruz. Nereden alıyoruz bu hakkı? Onlardan daha akıllı olmamızdan ve bu akıldan aldığımız gücümüzden mi?
Hoimar Von Ditfurth ‘Bilinç Gökten Düşmedi’ adlı eserine şu iki cümleyle başlıyor. “Modern bilimin en can alıcı keşiflerinden biri, dünyanın (evrenin) kendini, bizim duyu ve bilinç yaşantımıza sunuşundaki istikrarın aldatıcı olduğunun keşfidir. Gerçekte bu istikrar (devamlılık), biz insanların nispeten kısa ömrüyle bağlantılı olarak ortaya çıkan optik bir yanılsamadan başka bir şey değildir.”(2) İkinci cümle olmasaydı ilkine itiraz ederdim. O yüzden bunlar birbiriyle bağlantısının iyi anlaşılması gereken önemli iki cümle… Birinciye itiraz ederdim, çünkü Dünya’nın ya da Evren’in kendisini bizim duyu ve bilinç yaşantımıza sunduğu falan yok. Biz onu duyularımızla algılamaya çalışıyoruz. Zaten Ditfurth da ikinci cümlesinde ‘optik yanılgı’ kavramıyla bunun tam da böyle olduğunu, yani bizim onu yanlış gördüğümüzü, yanlış algıladığımızı söylüyor. Nispeten kısa ömrümüz bunun en önemli kaynağı gerçekten de. Evren 13,8 milyar Dünya ise 4,5 milyar yaşında (Dünya’nın yaşının aslında çok daha fazla olduğuna dair ciddi bulgular var). Bu ikisinin içinde yaşayan insanlığın yaşı ise Homo sapiens’ten (akıllı insan) itibaren baktığınızda yaklaşık 300.000, alet edevat yapabilen, yani bugünkü insana en yakın haline evrilmiş insanlığın yaşı ise sadece 50.000.
“NEREDEN GELDİĞİNİ ASLA UNUTMA!”
Uzay-zamanda insanın kapladığı yer de (cismi) var olduğu süre de öyle önemsenebilecek şeyler değil. Yani ‘kim’liğiyle kendisine büyük önem ve anlam atfeden insan ‘ne’liğine baktığında ‘hiç’e yakın olduğunu görebilir. Belki de bu yüzden, aslında neredeyse bir hiç olduğumuzu görmek hoşumuza gitmeyeceğinden bu yönden bakmıyoruz kendimize. Oksijen, karbon, hidrojen, azot gibi elementlerden, hatta onları da oluşturan atomlardan müteşekkil bir varlık olduğumuzu, aslında bir hayvan türü olduğumuzu, daha derinlerden incelersek evrendeki tüm maddeler gibi bir madde olduğumuzu yani ‘ne’ olduğumuzu es geçip kim olduğumuza sıçrıyoruz. Koskoca evrende kendimizi bir madde olarak tanımlamak yerine kendi kurguladığımız küçücük dünyamızda kendimizi Türk, İngiliz, Alman, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, doktor, mühendis, avukat, işçi diye tanımlıyoruz. Bu tanımlar daha çok hoşumuza gidiyor ve daha çok işimize yarıyor. Çünkü bu sayede ‘ne’liğimizde olmayan hiyerarşiyi ‘kim’liğimizde kurabiliyoruz. Müslümansak Hıristiyan’dan, Almansak İngiliz’den, mühendissek çöpçüden, insansak diğer hayvanlardan üstün olduğumuzu varsayabildiğimiz bir dünyada yaşayabiliyoruz. Ne kadar yanlış ne kadar zalimce kurgulanmış bir dünya… Halbuki ne güzel söylüyor Yuval Noah Harari “İnsanlar milyonlarca yıl din ve milliyet olmadan yaşadılar; muhtemelen 21. yüzyılda da bunlarsız mutlu mesut yaşayabilirler.” (3)
Ditfurth’un ‘istikrarın bir optik yanılsama’ olduğu görüşünü aslında kurduğumuz bu yalan dünyayla kanıtlıyoruz. Doğanın gerçeği olan müthiş kaosu (karmaşa, belirsizlik anlamında kullanıyorum) kabullenemediğimiz için kendi kozmosumuzu (düzen) kuruyoruz. Evren’deki gerçeklik kaos olsa da bizim ‘optik bir yanılsama’dan ibaret hakikatimiz kozmos oluveriyor.
Taşradan kente göçen çocuğa meşhur bir baba nasihati vardır “Nereden geldiğini asla unutma!” diye. Çocuk artık daha “medeni” bir yerde yaşayacak, muhtemelen de taşradaki değerlerinden, hakikatlerinden uzaklaşacak ve kendine yeni bir ‘kim’lik inşa edecektir. Babanın derdi bu yeni inşa sırasında çocuğun eski ‘kim’liğinden uzaklaşması ve ona göre yozlaşmasıdır. Babacığım, sen de ben de aslında nereden geldiğimizi, ‘ne’ olduğumuzu unutalı, yozlaşalı neredeyse 50.000 sene oldu. ‘Kim’liğimiz değişse ne olur?
1 Soyut düşünme yetimiz hâlâ yeteri kadar gelişemediğinden, pek çok şeyi anlatabilmek ve anlayabilmek için somutlaştırmaya ihtiyaç duyuyoruz. Bunun için de benzetme ya da kıyas yapmak zorunda kalıyoruz. Evren’in büyüklüğü karşısında Dünya’nın küçüklüğünü ifade edebilmek için ‘toz zerresi’ kıyası iyi bir örnek sanırım. 2 Ditfurth, Hoimar Von. (2021) Bilinç Gökten Düşmedi – Bilincimizin Evrimi. Çev: Veysel Atayman, İstanbul: Alfa Bilim s.7
3 Harari, Yuval Noah. (2018) 21. Yüzyıl İçin 21 Ders. 3. Baskı. Çev: Selin Siral, İstanbul: Kolektif Kitap s.95