Kerem Gürel
Kapı Arkasında Bekleyen Karanlık
İnsanlığın yok edemediği Golyat’ıdır açlık. Ağzını açmış salyalarını akıtarak bekleyen bir Kerberos’tur o. Ve yazın tarihi boyunca pek çok esere konu olmuştur. Olacaktır da. XVI. yüzyıl İspanya’sına giderseniz eğer Tormesili Lazarillo ile tanışır, efendisi papazın evinde daima aç dolaşmak zorunda kaldığı için hasretle baktığı ekmeğe olan açlığına şahit olursunuz. İvan Denisoviç’le tanıştırır belki de sizi Soljenitsin. Sibirya soğuğunda ceketin iç cebine saklanmış ve vücut ısısıyla ancak donmaktan kurtulmuş bir parça ekmeğin mahkûma verdiği hazza şahit olursunuz.
Masadan yavaşça kalktı.
Tabakları granit tezgâhın üzerine koyarken eşine dönüp: “Ellerine sağlık hayatım, her şey çok lezzetliydi.” dedi.
Az sonra uzandığı İtalyan kanepede yarı uyuklar vaziyette televizyon izlerken vücudu yaşamsal faaliyetlerin devamı için çılgınlar gibi yenilenlerin hazmıyla uğraşıyordu. O ise artık daha da belirginleşen göbeğini okşuyor ve son zamanlarda ne kadar kilo aldığını düşünüyordu.
Benzer sahnelere dünyada pek çok evde rastlamanız mümkün artık. İnsanlık, modern (!) yaşamın yarattığı türlü dert arasından gelip karşısına dikilen obezite belasıyla da mücadele ediyor. İstenmeyen yağların, fazla alınan kalorilerin hesabı yapılıyor kuyumcu terazilerinde. Kimi bedenler spor salonlarında çılgınlar gibi ter döküyor, kimi mideler zayıflamak uğruna laboratuvarlarda üretilmiş ek besinlerle savaşıyor. Yazın gelişi daha büyük dertleri ortaya çıkarıyor. Aman Allah’ım! İnsanlık tarihinin trajedileri saçılıyor adeta ortaya:
“Ya o mayoya giremezsen!”
“Ya geçen yaz aldığın beyaz pantolon dar gelirse!”
Pek çok genç kız mutsuz, pek çok genç erkek huzursuz. Vücutta istemsizce biriken yağlar modern(!) yaşamın en büyük belası olup çıkmış.
Oysa dünyanın bambaşka bir yerinde adeta farklı bir evrende başka dertlerle boğuşuyor insanlar. Uzaya turist gönderip Mars’ta koloni kurmaya niyetlenen, yapay zekâ ve insansı robotlarla bambaşka bir geleceğin şafağını yaşayan insanlık Neandertaller’den Erectus’lara, Sapiens’lerden Homo Digitalis’lere uzanan çizgisinde milyon yıllık tarihinin en büyük belasını yok edebilmiş değil hâlâ. Birleşmiş Milletler tarafından yayımlanan Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenmenin Durumu adlı rapora göre, 2019 yılında açlık çeken kişi sayısı 690 milyona ulaşmış durumda. Bu, 2018 yılıyla kıyaslandığında açlık çeken kişi sayısının 10 milyon, önceki 5 yıla oranla ise 60 milyon arttığını göstermektedir. Yine aynı raporda Koronavirüs salgını 2020 yılı sonu itibariyle 130 milyon kişiyi daha kronik açlıkla yaşamaya mahkûm edebilir deniyordu. Yüzde olarak bakıldığındaysa Afrika genelinde insanların
%19,1’i yetersiz beslenmektedir. Bu oran Asya’daki oranın (%8,3) ve Latin Amerika ile Karayipler’deki oranın (%7,4) iki katından fazladır. Mevcut eğilimlerin devam etmesi durumunda 2030 yılına gelindiğinde Afrika, dünyada kronik açlık çeken insanların yarısından fazlasına ev sahipliği yapacak gibi görünüyor.*
Açlık, zaman zaman çıkıyor karşımıza. Kapının arkasına gizlenen bir gulyabani gibi tüm görmeme çabalarına rağmen insanlığın karşısına dikiliveriyor. Doksanların tüplü ekranlarına yansıyan, kaburgaları çıkmış bedenleri ve halsiz bakışlarıyla zihinlere kazınan Afrikalı çocukların görüntüleri, yaşı kırkın üzerindeki insanların eminim hâlâ zihinlerinde tüm canlılığı ile duruyordur.
İkonik bir fotoğraf
Ve tabii fotoğrafçı Kevin Carter’a Pulitzer ödülü getiren o unutulmaz fotoğraf. Akbabanın başında beklediği Afrikalı çocuk sürünerek birkaç kilometre ötedeki Birleşmiş Milletler kampına gitmeye çalışırken basmıştı deklanşöre Carter. Ve o kareyi çektikten sonra dönüp bir daha bakmamıştı arkasına. Çokça eleştirildi, küçük çocuğa yardım etmediği için. O ise profesyonel fotoğrafçı olduğunu, yardım görevlisi olmadığını söyleyerek savundu kendini. Oysa açlığın bu en bilindik fotoğrafı, sonrasında depresyona soktu ödüllü fotoğrafçıyı. Ve takvimler 27 Temmuz 1994’ü gösterdiğinde Kevin Carter, evinin garajında egzoz gazı doldurduğu arabasında müzik dinleyerek intihar etti.
Zira açlık, bu yazıyı okuyan size ve bana nicedir uğramamış olsa da Knut Hamsun’un ifadeleriyle tam da şu an milyonlarca insanın midesinin önce bir tarafını sonra da diğer tarafını kemiren onlarca küçük canavar gibi acımasızca yiyip bitiriyor onları.
İnsanlığın yok edemediği Golyat’ıdır açlık. Ağzını açmış salyalarını akıtarak bekleyen bir Kerberos’tur o. Ve yazın tarihi boyunca pek çok esere konu olmuştur. Olacaktır da. XVI. yüzyıl İspanya’sına giderseniz eğer Tormesili Lazarillo ile tanışır, efendisi papazın evinde daima aç dolaşmak zorunda kaldığı için hasretle baktığı ekmeğe olan açlığına şahit olursunuz. İvan Denisoviç’le tanıştırır belki de sizi Soljenitsin. Sibirya soğuğunda ceketin iç cebine saklanmış ve vücut ısısıyla ancak donmaktan kurtulmuş bir parça ekmeğin mahkûma verdiği hazza şahit olursunuz. Paris ve Londra’da beş parasız dolaşan Orwell’dan margarinli ekmeğe denk gelmenin mutluluğunu; Frank McCourt’tan haşlanmış yumurta yiyebilmenin ne büyük bir zenginlik olduğunu öğrenirsiniz; Angela’nın külleri savrulurken havaya. Yan Lianke’den günler, aylar süren açlık savaşını sıçan etiyle aşmaya çalışan ihtiyar adam ve köpeğinin öyküsünü dinlersiniz belki de. Zira açlık, bu yazıyı okuyan size ve bana nicedir uğramamış olsa da Knut Hamsun’un ifadeleriyle tam da şu an milyonlarca insanın midesinin önce bir tarafını sonra da diğer tarafını kemiren onlarca küçük canavar gibi acımasızca yiyip bitiriyor onları. Tıpkı Mao’nun çılgın projelerine, budalaca gösteriş merakına kurban edilip açlığa sürüklenen milyonlarca Çinli ya da Stalin’in gazabından payını alıp tarihin sayfalarına “Holodomor” olarak kaydedilen büyük Ukrayna açlığı gibi.
Hedonik açlık
Uzmanlar iki tip açlıktan bahsediyorlar. Onlara göre akut negatif enerji dengesi durumunda besinlerin, lezzetinden bağımsız olarak yalnızca enerji açığını gidermek amacıyla biyolojik ihtiyaç doğrultusunda tüketilmesi homeostatik açlığı olarak tanımlanmaktayken; biyolojik ihtiyaç olmadan, besinlerin tadı, kokusu ve diğer duyusal özellikleri nedeniyle iştahta meydana gelen artma ve besini tüketirken alınan zevkle ilişkili olan açlık türü Hedonik açlık olarak tanımlanmakta.** Tıpkı insanları vicdan ve sorumluluk bağından kurtulduklarında daha fazla özgür olacakları sanrısına sürükleyen Hedonik adaptasyon gibi, hedonik açlık da bakışlarımızı dev aynasına yansıyan aksimizden alamamamıza ve kendimizden başka hiçbir şeyi göremeyişimize neden oluyor.
İsviçre’de soğuk bir pazar akşamı banyosunu yaptıktan sonra çıtır çıtır yanan şöminesinin karşısında al yanaklı Lukas sıcak çikolatasını keyifle içebilsin diye, plantasyona ayrılmış ülke topraklarında ekmeğini çıkartamayan bir babanın kucağında can veriyor küçük Wato. “Beslenme yetersizliği yani açlık sorununun sorumlusu, birileri üretirken, hem de herkese yetecek kadar üretirken sadece imtiyazlı olanların tüketebildiği bu ekonomi-politik düzendir.*** Bindirildiği neoliberalizm otobüsünün getirip bıraktığı bu noktada zenginlerini tıka basa doyurabilmek için kurban ediyor Yemen’de, Somali’de çocuklarını insanlık.
*
**“Hedonik Açlık”, N.Gündüz, M. Akhalil, E.N. Sevgi
***“Neoliberal Ekonomi-Politik Düzenin Tarım Politikaları Üzerine Bir Değerlendirme, M.K. Aydın-M.A. Bacaksız